ASOS'TA BİR AŞK HİKÂYESİ

Bütün gün  Köy Enstitülü Alibek Kudar'ın  müzesinden , Sabahattin Ali'nin Hasan Boğuldu'suna; Mustafa Seyit Sutüven'in Sutüven' inden  Sarıkız Efsanesine  Kazdağları'nın  doğası ve esini eserlerle adeta sarhoş olmuştuk.

Otobüsümüz akşam karanlığında, dar ve dik yamaçtan Asos limanındaki otelimize inerken hepimizin tek isteği bir şeyler atıştırıp hemen dinlenmeye çekilmekti.

Tam yatacakken aklıma takılan bir sorun için lobiye inince uda eşlik eden hoş bir kadın sesi ile her şeyi unutuverdim.

Aralık kapıdan bakınca yemekhanenin bir köşesinde onları gördüm. Bir köşeye ilişip bir yandan kahvemi yudumlayıp bir yandan da bu enfes müzik ziyafetinden nasiplenmek istedim.

"Gelin gelin!" dedi adam. Bu sofra erenler sofrası.

Her hallerinden yüreklerinin bütünleşmiş olduğu belli iki insanın masasına oturmayı saygısızlık olarak düşünsem de müziğin çağrısı ağır basmıştı.

Adam mızrabı tellere değil yüreğine vuruyor; kadın nağmeleri ses tellerinden değil yüreğinden devşiriyordu sanki. Usulca masaya iliştim. Aklımdan unutulmaz bestekar - şarkıcı aşkları geçiyordu.

"Bu kadın hangi sanatçı ki?"

 "O benim ruhumun sanatçısı" diyor adam.

 Geçen süre içinde salona dolan dinleyici kitlesini ya fark etmiyorlar ya da önemsemiyorlar. Yemeklerinin  soğuyup gitmesi bile umurlarında değil. Sanki birbirlerinin kalp atışlarının ritminde çalıp söylüyorlardı.

Gecenin geç saatlerinde adam; 

"Bir çay içip de kaçalım artık." deyince ikisinin bu  olağanüstü  uyumunu  sormadan edemedim.

İkisi de birbirinin gözlerine bakarak " aşk" diyorlar. Sonra adam "Uzun sürmüş bir özlemle demlenmiş." diye ekliyor.

"Biz, çocukluk arkadaşıyız." diye söze başlıyor kadın.  "Daha okul yıllarında birbirimize ilgi duyardık. Sonra yollarımız ayrıldı. Eşim üniversitede yer bilimleri okumuş. Sonra da akademisyenliği seçmiş. Kendisi deprem profesörüdür.  Ben de kendime öğretmenliği meslek olarak seçtim." 

Adam, yandaki sandalyeye koyduğu udu alıp tellere dokunuveriyor:

Fa fa mi mi re re do

Kadın bu ne demeden söylemeye başlıyor:

"Yâr peşinde koşa koşa yoruldum

Akıp akıp bir su gibi duruldum

Ben o yâre can evimden vuruldum."

    Çayır çimen yaz olunca biçilir

    Yâr elinden zehir olsa içilir

Bu benim hiç bitmesin dediğim gecelerden biri.  Acaba Zeki Duygulu,  bu güzel acemaşiran şarkısını  birbirlerinin gözlerinin içine bakarak söyleyen iki aşıktan dinleseydi ne düşünürdü  ki? Bana göre bu aşkın dilden dile çağdan cağa anlatılan o büyük aşklardan geri kalır bir yanı yok.

"Tanrının  insanoğluna  sunduğu en değerli  duygu  aşk olmalı." diye mırıldanıyorum. 

"Üniversite yıllarında olsun sonraki yıllarda olsun çok aradım onu. " diyor adam.

Kadın; "Ben de çok aradım seni." diyor işveli işveli.  "Birbirimizi bulamadık. Evlendik. Çoluk çocuğa karıştık. Hayat iyi kötü geçip gidiyordu."

Bu kez adam söze giriyor.

"O meşum gece. 17 Ağustos 1999 yani." 

Sesi önce boğuklaşıyor. Sanki o geceyi yeniden yaşıyor gibi anlatıyor. Kadının gözleri masanın üstünde bir noktaya sabitlenmiş:

"Uykuda mıydım, uyanık mı? Yoksa hâlâ kulaklarımdan silinmeyen o lanet uğultuyla mı uyandım, bilmiyorum. Bir dev, can çekişir gibi hırlıyor, böğürüyor, debeleniyordu sanki. Belki bir ömür bir duvardan ötekine savruldum. "Bit Allah'ın cezası,  bit! "diye bağırmalarımı unutmam mümkün değil."

O geceyi anımsatarak böyle bir güzel geceyi paramparça ettiğimin farkındayım. Kekeleyerek özür diliyorum birkaç kez duymuyor. Kendine anlatır gibi devam ediyor:

"O uğultu ne zaman bitti, ben dördüncü kattan sokağa nasıl indim,  ayağa nerede kalktım, anımsamıyorum. İlk anımsadığım deliler gibi bağıra bağıra yıkıntılar arasında eşimi ve oğlumu aradığım. Daha önceleri yaşadım sandığım çaresizlikler  meğer çaresizlik değilmiş.  Onca yıkıntının; toz- dumanın arasında genzime dolan çürük bir deniz kokusunda boğulmak işten değil. O inlemeler,  ün çığlık ancak yaşayanların  anlayabileceği bir kıyametten başka bir şey değildi."

Uzun bir süre neredeyse nefes bile almadan susuyor herkes.  Neden sonra suskunluğu yine adam bozuyor.

"Günler sonra eşimi bir hastanede buldum. Oğlumuzu kaybetmiştik." diye mırıldanıyor.

Kadın, önce başını yana çevirip gözlerindeki yaşları siliyor; sonra . yüzüne belki en zorunlu gülümsemelerden birini ekleyerek;

"Veeee." diyor. Rastlantıya bakın ki ben de aynı hastaneye kaldırılmışım. Kemiklerim un ufak olmuş. Aylardır tek başıma yaşam mücadelesi veriyorum. Bir gün hastane koridorunda yüz yüze geliyoruz. O an tanıyoruz birbirimizi."

" Bir daha ayrılmadık." diyor adam sesinde az önceki kasvetten eser yok. 

"Bu bize Tanrının bahşettiği yeni bir hayattı. Bunu birlikte kullanmakta kararlıydık. Kullanıyoruz da. "

Her zamanki aile duyarlılığımla soruveriyorum:

"Ya eşleriniz?"

Belki de başka bir soru sormama izin vermemek için adam:

"Çok iyi görüşürüz. O da yeni hayatında çok mutlu." diyor.

Benim evlilik konusundaki tutuculuğum onları rahatsız etmiş olmalı ki, kadın;

"Evlilik, sorumluluk paylaşımı"  diyor.

Kadın; "Aşk ise yürek titreşimleriyle birbirini omuzlamak."  diye tamamlıyor onu.

"Ha salt sorumluluk paylaşımına dayanan evlilik, ha  tatsız tuzsuz aş!"

 Sözünü kadının gözlerinin içine bakarak sürdürüyor:

"Birkaç kaşığı bile zor yenir. Karnın doysa ruhun aç gezersin."

Çok büyük bir acının bahşettiği büyük ikramiyeydi onların yeni  hayatı.

 Hayatın değerini anlamak için illa ki böylesine bir sırat köprüsünden dönmek mi gerekir?

 Hâlâ yanıtını bildiğim halde söyleyemediğim bir sorudur bu.

  ***

 O  gece sabaha dek akşamın hikâyesi beynimin içinde köşe kapmaca oynamıştı. Günün ilk ışıklarıyla sahile koşmuştum. Limandaki dev kayalara oturup Midili'yi seyrederken rüzgârın;

"Bu coğrafyanın tarihi  aşkların tarihidir. Sen Helena - Paris adlarını kaldırarak yerlerine istediğin kadar ad yaz. Hepsi büyük aşktır onların. Akşam tanık olduğun da o aşklardan biridir." diye fısıldadığını hissetmiştim.

O deprem profesörünü ve sevgilisini hiç unutmadım. Asos benim için hep o iki güzel insanın büyük aşkıyla  özdeşleşen bir yer oldu.

O gün beni böylesine etkileyen Asos'un bugün yontulmuş halini görünce;

"Ne uğruna, dedim.  Saniye sonrasını bile bilemediğimiz hayatımız için bu coğrafyayı böylesine talan etmeye değer mi?"  diye sormadan edemedim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI