CAHİLLİK!...

CAHİLLİK!...

Tarih; devletlerin bilimden, teknolojiden, savaştan veya ekonomin batmasından değil!... Tarih; cahillikten, adaletsizlikten, ahlaksızlıktan ve insanlara yaptıkları insafsız zulümlerden dolayı yok olmuş nice medeniyetlere ve devletlere şahittir!

Yaklaşık bir asırdır an çok da Atatürk sonrası, derme çatma, göstermelik bir demokrasi ile yürüyen Türkiye siyaseti, kurumsallaşmaktan uzak kalarak, lider kültü ile, toplumun algılarını pasifleştirmeyi başarmış, doğruluk, gerçek ve eşitlik gibi değerlerin içini boşaltmıştır. Toplumun adaletsiz düzene karşı kendi çıkarları uğruna gelişen duyarsızlığı insanlığı adeta utandırmaktadır.

Toplumun bel kemiğini oluşturanların, ''Dur kardeşim seni ben seçtim!'' ,''Ne için ve neden tutukluyorsun insanları?'', ''Neden sanata bu düşmanlığın?”, ''Terörle mücadele adı altında bir bölgeyi nasıl yok edersin?'' ,''Kurunun yanında nasıl yaşı yakarsın?'', Adalet neden artık mülkün temeli değil?'', ''Yoksul aile evlatları neden hep şehit?'', “Eğitim neden yüzyılların gerisine gitti?”, “Bilim neden kapı dışarı edildi?” gibi soruları kendi seçtiklerine söyleme cesareti gösteremeyen, hesap ver diyemeyen bir halk artık tüm iradesini, yani ahlaki değerlerini kaybetmiş demektir.

Bilinen bir gerçek vardır ki, zalime ortak olan, adaletsizliğe sessiz kalan, bana dokunmayan yılan bin yaşasın demese dahi, ''doğru bulmuyorum'' demekle yetinen, bir millet, bir devlet, bir siyasi parti ve en basitinden bir insan bile yok olmaya mahkumdur. Böyle bir durumda iradesini yitirmiş bir toplumun varlığından kesinlikle söz edilemez. Çünkü; İnsanı insan yapan, düşünceleri, sözleri ve kontrol edebildiği iradesidir. Ve İnsan, hak ettiği değeri, öncelikle adaletinden, bilgi birikiminden, sonra toplumsallaşma yeteneğinden dolayı alır. Ve tarihin arka bahçesi bunlarla doludur. Cehalet, adaletsizlik kötü sonuçlar doğurur.

Osmanlı İmparatorluğu cehaletten battı. İslam ülkeleri cehaletten köle oldular. 20. Yüzyıl köleliği de dünyanın bütün toplumları için cehalet üzerine kurulacak. Bilgi ve teknolojiyi üretmeyip satın alanlar,

üretenlerin kölesi olmaya mahkûmdur. Bu köleler kendilerine otomobil, uçak, silah satanlarla da savaşabilir. Örneğin; Afganistan, Irak, Filistin… Bu onların gelecek perspektiflerini değiştirmez.

Bugün dünya ekonomik yaşamının temelini oluşturan teknolojide Türkiye’nin önde gittiği neredeyse hiçbir alan yok. Bazı alanlarındaki ticari başarı ileri teknoloji üreten dünyanın dışladığı üretim alanlarında yoğunlaşmaktan başka bir şey yapılmamaktadır yazık ki günümüz Türkiye’sinde.

 

Türkiye’nin tarihçileri nedense dünya ile yüzlerce yıl savaşmış, Osmanlı’nın karşısındaki ülkelerin sanayi, eğitim, kültür, sanat, üretim alanında bize göre ne durumda olduklarını merak edip de neden

yazamıyorlar? Hiçbir kültür tarihçisi resimsiz, heykelsiz, bilimsiz, felsefesiz gelişmiş bir kültür olamayacağını düşünemiyor, yazamıyor? Kimse bizde ilk mühendis fakültesi açıldığında açıldığı zaman, Viyana’da da mühendis fakülteleri var mıydı diye merak etmedi. Kimse Rus Bilimler Akademisi’nin veya Dünya Bilimler Akademisi’nin ne zaman kurulduğunu merak etmedi.

 

Sayısal verilere bakıldığında eğitim Osmanlı geçmişine göre olağanüstü ileri. Çok da gösterişli. Fakat entelektüel düzeyi, bilimsel içeriği, öğretim örgütlenmesi dünya ortalamasının çok çok altında. Üstelik öğretim üyeleri icazetlerini neredeyse Amerika’dan almak zorunda. Gerçek anlamda bilim üretenlerin bir de doğruları ifade ettikleri için görevden alınmaları söz konusu. Sanatımız dünya pazarına hiç çıkamıyor, sadece birkaç musiki virtiözümüz var. Gerçek sanat kapı dışarı edilmiş, yoz bir sanat oluşturulma çabası söz konusu. Neredeyse tüm bilimlerin temeli olan felsefe tamamıyla dışlanmış benim güzel ülkemde.

 

Kırsal kültürün üst düzey temsilcilerinin ise Batı felsefesini bir kenara bırakın, Ortaçağ İslam felsefesinden bile haberleri yok gibi görünüyor. Tabii bir de en büyük sorunlardan bir diğeri tarih bilinci yoksunluğu. Böyle bir bilinç oluşturulması çabasını bir kenara bırakın, kırsal kültürün en göze çarpan özelliklerinden biri tarih bilinci yoksulluğudur. Böyle bir bilincin oluşması için gerekli tarih bilgisinin bile yanından geçmiyorlar. Aksine unutturulmaya çalışılan bir tarih söz konusu.

 

Ancak çok komiktir ki, çağdaş kültürün hiçbir alanında yeterliliği olmayan kentlere yığılmış kırsal kültürlüler nedense Avrupalı olmak istiyor. Avrupa Birliği sözü yıllarca çamaşır tozu reklamlarından daha çok kullanılır oldu. Fakat aynı adamlar Avrupalılara’ kafir’ demekten vazgeçemediler. Ömürlerinde hiçbir zaman Avrupalı gibi düşünmemiş ve düşünmek de istemeyen insanların Avrupa Birliği’ne girmek istediklerini düşünmek birçok trajikomik geliyor açıkçası.

 

Emperyalist propagandanın temalarını okuma-yazma bilmeyen halka kahve retoriği ile ve bir safsata bulutu içinde yansıtıldığı bir beyin yıkama çağında yaşıyoruz. Kırsal kültürlü tarımsal toplumun temel eğilimlerine sahip olmakta devam eden, kentleşememiş Türk toplumu hiçbir şey merak etmiyor. Sadece kullanıyor.

 

Mustafa Kemal’in büyüklüğünü anımsamamak olası değil. Türk tarihçilerine dünya tarihi yazdırmak isteyen, Anadolu arkeolojisini öğrenmek için Avrupa’ya Anadolulu öğrenci gönderen, Avrupa musikisi

konservatuarı açan, 87 Alman profesörünü yeni açılan üniversiteye davet eden bir devlet ve kültür adamı yıllardır gelmedi. Bugünkü cehalet gösterisinin çevresinde dolanmak bile acı verici.

 

La Monde Diplomatique yıllarca önce ‘Kendi Kültürleriyle Hasta Olan Toplumlar’ adlı bir küçük kitapçık yayınlamıştı. Yazar Claude Julien’in makalesinde Petain Dönemi’nde egemen olan ruh halinin bütün bir toplumsal sınıfı etkilemiş olduğunu anımsatır. Türkiye’de olan da budur. Kırsal kültür zaten üstünkörü var olan çağdaşlık düşüncesini esir ya da satın almıştır.

 

Böyle giderse çoktan hasta olan toplum dönüşü olanaksız bir yola girecek. Daha kim, ne bekliyor?

 

Arzu KÖK

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI