YARIM ASIR ÖNCE UÇAĞA BİNDİM

   YARIM ASIR ÖNCE UÇAĞA BİNDİM

 

1969 yılına kadar uçağa binip yolculuk yapmadım. Ama içimde bitip tükenmeyen, uçmak ve kısacıkta olsa, bir şehirden bir diğerine gitmek tutkuya dönüşmüştü. Aklıma geldikçe coşup "Ne olursa olsun, gelecek hafta gideceğim" diye ani kararlar alıyordum. Gençtim, geç yatar başımı yastığa koyunca da, narkoz almış gibi hemen uyurdum. Tabii geç yatınca sabah erken kalkamazdım. Ev halkı, sıra ile gelir: "Dürterek, kalk öğle oldu; gideceksin, alacaksın, getireceksin" gibi yapacaklarımı sıralar, bende "Tamam kalkıyorum" Deyip, sağdan sola veya soldan sağa dönüp gene uyumaya çalışırdım. Kalkınca da, hayatın o gün benim için belirlenmiş programında ne varsa uyar, rutin yaşama başlar, uçmayı yine bilinmeyen bir başka zamana ertelerdim.

Ömrümce kahvelere hiç ilgi duymadım. O yıla kadar henüz bir baltaya da, sap olamamıştım. Vaktimizi, birkaç arkadaşımla birlikte kültürel çalışmalarla geçiriyorduk. O aralar, folklorik bir kompozisyonu sahneye uyarlamanın heyecanı içindeydik. Öyle çalışıyorduk ki, öğle yemeğini yemeyi unutuyorduk. Çalışmaların yazı bölümlerini, sahneye konulmasını, sürgit provalarını ve dekor malzemelerine kadar her şeyi, titizlikle hazırlıyorduk. Yani bir terzinin kumaşı elbiseye dönüştürdüğü gibi, bizde tiyatral gösteriyi ortaya koyma çabasında idik. Bunun için hem bedenen hem zihnen enerji sarf ediyorduk.

Bir gün, o günkü arkadaş grubumdan ikisi ile yemeğe gittim. Tamda, Bahar güllerinin açtığı, gönlümüze her türlü neşenin saçıldığı ay'da idik, yani yarım asır önceki bu ay. Yaşımız, Dünya'ya bakışımız, sohbetlerimiz, (.çın) lokantasındaki iyi insanların tebessümle verdikleri selamlar, masalardan masamıza yapılan ikramlar, karşılığında (Mütekabiliyet prensibine istinaden) bizden de o masalara gidenler, davranış biçimi insani zarafetin harikulâde şekle dönüşmesine neden oluyordu.

Bahar çiçekleri serpiştirilmiş masamızda, ulusal içkimizin yanı sıra; çeşitli ızgaralarımız, salatamız, meyvelerimiz ve muhabbetimiz huzur veren bir geceyi ortaya çıkarıyordu. Yemeğe ayırdığımız zaman, her yönü ile çok güzel ve çok hoştu.

Laf lafı açınca, uçma konusunda arkadaşlarımın düşüncelerini sordum. Her ikisi de uçağa benim gibi hiç binmemiş, ama hevesleri benimkinin önündeydi. Arkadaşlarımdan biri, ağabeyimiz yaşında idi, kültürel çalışmalarımıza katılıyordu. Ama bu çalışmalarla ilgili çözemediğimiz bir sorunumuz vardı ve bizi aşıyordu. Bunu da, ancak bir bakanın çözebileceğini öğrendik. Nihayet o yemekte, hemşerimiz bakana, ulaşmak için prensip kararı aldık.

İzmir'e o sabah çok erken gidip, THY'dan biletimizi aldık ve servise saat kaçta bineceğimizi sorup öğrendik. Yolculukla ilgili işler bitince şehirde dolaştık. Bir ara arkadaşlara dedim ki: "Şehirde boşuna para harcayacağımıza, hava alanına gidelim, orada uçakların iniş ve kalkışına bakalım" Her ikisi de teklife "Tamam" dedikten sonra, vaktinden çok evvel, özel bir otomobille havaalanına gittik. Çünkü uçmayı, başlangıcından sonuna kadar öğrenip tadını çıkartmak istiyorduk.

Hava alınana vardığımızda, hemen bekleme salonunun önüne oturduk. Dışarısı içeriden çok rahat izlenebiliyordu. Uçmamıza iki saatten fazla bir zaman vardı. O süre içinde bir uçak indi, onu seyrediyorduk. Ağabeyimiz, uçağın tekerleklerinin yere değmesi anında heyecanla "Anam!" Dedi. Tabii merak ettik, "Ne oldu ağbi?" Diye sorduk, yerel ağızla: "Gidiyorudun! Gazık gibi endi! Ööle enilmez ki(Yanımızda tanımadığımız biri olmasaydı, ağabeyimizi emekli pilotlardan biri sanacaktı.) Bizimkidi bööle eneese, bilmen gari nooluruz?" O andan itibaren bana gelenler geldi? Ve yolculuktan vazgeçmeye yeltendim! Sonunda, uçağımız alana indi ve dönüp dolaşıp geldi, önümüze park etti.

Kısa süre sora yolcular uçağa girmeye başladı, isteksiz adımlarla içeri girdim. İçeride biletin üzerindeki numaralara baktık, birçok rakam vardı, neticeten koltukları bulamadık. Üç kişi koridorda, bostan korkuluğu gibi kalakaldık. Herkes oturmuş, ya sohbet ediyor, ya gazete okuyordu. Biz elimizde bilet, bekliyoruz. Hosteslerde o ara ortada görünmüyordu. Ağabeyimiz yüksek sesle gürledi: "Yahu bu tayyarenin yer göstereni yok mu?" Deyince herkes bize baktı! 3-5 sn  sonra hafif uğultulu şeklinde konuşmalar ve gülüşmeler başladı. Sinemalar da yer göstericisine alışık olduğumuzdan, tayyarede de, yer göstericisi olduğunu düşünüyorduk. Neyse, yüksek sese bir hostes koşup geldi, "Ne oldu, siz niye oturmadınız?" Ağabeyimiz: "Oturcek yeri bulumadık, nömurosu tutimaz!" Deyince, hostes hanım: "İşte şuraya oturun" Dedi. En arkada üç kişilik yeri gösterdi, oraya oturduk. Uçak yolculuğundan anlayan ağabeyimiz(!) "En garantili yeri oturduk, korkman gari!" Dedi. "Hayırlısı oosun, nahaloosa bi saatlik yol. Gelip geçtiği bilen belli olmaz" Deyip içimizdeki uçak korkusunu bastırmaya çalışıyorduk.

Bir anons: "Kemerlerinizi bağlayın!" Deyince, biz pantolon kemeri gibi kolay bağlanacağını sanıp hemen giriştik! Uğraş Allah uğraş, bir türlü olmadı. Hostes arkaya doğru gelirken, hemen elimizi belimizdeki kemerin tokasının üstüne kapatıyorduk. Bağlamasak gözüne ilişecek "Lütfen kemerinizi bağlayın!" Diyecek Bizde: "Kusura bakma beceremedik" Diyemeyeceğiz, hâlbuki her şeyi bilirdik, bunu nasıl bilemedik hayret(!) Birde hostesin: "Siz uçağa hiç binmediniz mi?" sorusunun muhatabı olmak istemiyorduk. Çünkü herkes uçağa binmişte, arada biz kalmışız gibi tayyarenin içinde pek utanacaktık(!) Neyse ki, o sırada genç bir çocuk lavaboya geldi, dönerken: "Oğlum bakar mısın? Biz kemerleri bağlamayı beceremedik. Bizim bindiğimiz uçakların kemerleri, çabuk bağlanırdı(!)" Deyince, çocuk(Yüzümüze bir iki saniye baktı.) Hiç konuşmadan üçümüzün kemerini üç saniyede taktı. O an hissettiklerimizi yazmaya elim varmadı!

Kemer anonsunun arkasından bir de, "Hava boşluğuna gelince, otomatik olarak oksijen maskeleri aşağıya sarkar, hemen birini alıp yüzünüzde tutun" Deyince, gözlerimiz hemen tepeye dikildi ki, kimse kapmadan maskeleri biz kapalım(!) Üç kişi durmadan, tepeye bakıyorduk! Tayyare uçuyordu ama gözümüz inecek maskelerdeydi. O nedenle yolculuğun tadı bir türlü çıkmıyordu, gözümüz/gönlümüz yorgun düştü, mutsuz olduk. Kedinin; fareyi girip çıktığı kovuğun önünde, gözünü kırpmadan beklediği gibi, bizde gözümüzü tavandan ayıramıyorduk. Sebep: Herkes maskeyi kapar, biz açıkta kalırız korkusu. Yani maskeler sarkacak, kapanın elinde kalacak, biz ortada kalacaktık(!)

Oturduğumuz yerde öyle münasebetsizmiş ki, uçak motorunun gürültüsü beynimizi adeta tırmalıyordu. Buna rağmen bir an daldırmış pencereden bakıyordum, bulutların üzerinde idik. Sonbahar mevsiminde yerden toz kaldıran rüzgârlar vardır ya, bilirsiniz. Öyle bir rüzgâr, bulutları toz gibi savurduğunu görmemle birlikte, o anda uçağın sarsılması bir oldu. Sarsılma anında çıkan ses, dükkân kepenklerinin açılıp kapanırken çıkardığı sese benziyordu! Aldı mı beni: "Ah gidi ah, gittik gaari" Korkusu. Hemen ellerimi açtım, bildiğim duaları okumaya başladım, arkadaşlarda beni öyle görünce, ayni pozisyona girdiler. Bir ara baktım, diğer yolcuların hiç birinde endişe, ve en ufak bir telaş veya bizim gibi duaya yeltenme yoktu! Gözümü yavaşça hizamızdaki yolculara çevirdim, bize bakıyorlar ve tebessüm ediyorlardı! Birden: "Eee, bizde efelerin harman olduğu bölge insanı olduğumuzu hatırladık(!)" Durumda da, bir tehlike olmadığına göre, içimizden "Heeeyt" Diye nara atmak istedikse de, yeri değildi. Bize bakıp tebessüm edenlere, tebessümle karşılık verdik. Hani şu mütekabiliyet prensibi var ya(!)

Ankara'ya indiğimizde yeri öpeceğim. Ama basın: "Uzun yıllar sonra ülkeye adımını attı ve yeri öptü?" Yorumu ile haber yapar, millete "Tamışa" oluruz diye düşündüm. O görüntüden sonra, al başına Zeynel Abidin Cümbüşünü. Cümle âleme rezil olduğumuz yetmezmiş gibi, birde film teklifi filan alırdık(!)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

    

YAZARIN DİĞER YAZILARI