GÖKOVA'NIN İKİ YÜZÜ

Uzunca bir öykü. Gökova sevdalılarına ve meraklılarına...

                 GÖKOVA'NIN İKİ YÜZÜ    

 Kaç yazdır Orhan Kaptan'ın kulağını kurutmuştum:

 - Sakın ha, bak karşı kıyıya gittiğinde beni de götüreceksin!

      İnsan bir şeyi isteyip de elde edemedi mi, istek tutkuya dönüşüveriyor. Dost meclisinde biri Löngöz'den, Hırsız'dan, Bördübet'ten, Yediadalar'dan, Malbükü'nden, İngiliz Limanı'ndan söz etse, aklım oralarda kalıyordu.

     Orhan Kaptan,  akşamları Türkevleri, Akbük, Çökertme taraflarına ağ atarak evini geçindirmeye çalışırdı. Son yıllarda trolcüler yüzünden ağlar hep boş geliyordu.

       İnsanın bu dünyada yiyecek ekmeği varsa bir kapı kapansa bir başkası açılıyor. Bu tarafta insan çoğalıp hayvan azaldıkça karşı taraftaki birkaç yörüğün keçilerinin gübresi kıymete binmişti.

      Ören'deki beş altı kayığın en canlısı Orhan Kaptan'ındı. Bir seferde yirmi, yirmi iki çuval gübre taşıyabiliyordu. Ancak karşıya geçmek, denizin insafına bağlıydı. Gökova'nın sağı solu belli olmazdı. Azıcık rüzgâr esse mor binlik görmüş çengi gibi çalkalar da çalkalardı.   Üstelik bahçe sahiplerinden parayı alabilmek de zordu. Hele hele narenciye ağası Suat Bozalanlı'dan para almak bir ölümdü.

O akşam Bozalanlı, Orhan Kaptan'ın evine fiyat kırdırmak için gelmişti.  Önce kulak misafiri oldum.  Kaptan, o güne dek gübreyi seferi iki yüz elli liraya taşımıştı. Oysa Bozalanlı şimdi çuval başına on lira veririm, diyordu.

   Orhan Kaptan:

  "Olmaz, kurtarmaz, taşıyamam. Yirmi beş çuval atmam gerekir kayığa. O yük ağır gelir." gibi gerekçelerle fiyatı yirmi beşte tutmaya çalışsa da Bozalanlı'yı ikna edemiyordu.

    Bir ara Bozalanlı, fiyat indirmekteki ısrarının nedenini ağzından kaçırıverdi: 

    "Taşırsan taşı! Taşımazsan Çökertmeli Osman, yeni kayık almış Bodrum'dan. Ona taşıtırım."

      El işine karışmayı pek sevmem. Orhan Kaptan işi kaybetmesin diye mi, yoksa iş olsun da karşıya geçeyim diye mi düşündüm, bilmiyorum.  Pazarlığın içine atıverdim kendimi.

       Sonunda Bozalanlı:

      " Peki, bu seferlik öğretmenin hatırına çuval başı on iki buçuk olsun." deyince Orhan Kaptan da ısrarcı olmadı.  Çorbada tuzum olmasından çok, karşı kıyıya gideceğim için içim içime sığmıyordu.

      Sabah uyandığımda deniz kaba dalgalıydı. Kaptan, "Yalıda böyleyse kim bilir, açıkta nasıl bu?"  deyince üzüldüm. Ancak onun, "Allah'ın günü tükenmedi ya, yarın gideriz." sözleriyle yeniden umutlandım.

      Bütün gün ufku gözledim. Gece, pencereden rüzgârın, kapıdan denizin sesini dinledim.

      Orhan Kaptan, geldiğinde güneş bir adam boyu yükselmişti. Gece ağ atmış, yine boş dönmüştü yalıya. Ağları kıyıya çıkarmasına yardım ettim. O arada eşim de kıyıya geldi. Gözlerindeki tedirginliği okumamak için kör olmak gerekirdi. Eşimin hüzünlü halini gören Kaptan:

    " Merak etme yenge, birkaç saatte geliriz Allah'ın izniyle." diyerek onu rahatlatmaya çalıştı.

     Birkaç dakika içinde yalının içilesi sularını terk ettik. Motorun, Kıran Dağları'nda yankılanan pat patları giderek azaldı; Gökova'nın neftileşen sularında yiter oldu. Artık denizle baş başaydık. 

     Kayığın burnuna oturmuş, karşı kıyıların her dakika, biraz daha belirginleşen yeşilini seyrediyor, sonra dönüp gökyüzü ve deniz mavisini buğudan bir kuşakla buluşturan Kıran Dağları'nı belleğime nakışlamaya çalışıyordum. Gökova, cennetti gerçekten.

  Sanki göz açıp kapayana dek koca körfezi bir yakadan öte yakaya geçivermişti.

   Kıyıya yaklaştıkça içimdeki sevinç dalga dalga yükseliyordu.

Ören yalısı bir cennetse, buralar bin cennetti.

   Bu kıyılarda deniz nerede bitiyor, orman nerede başlıyor anlamak için bir ömür yeter miydi acaba? Burada ağaçlar sanki denizden çıkmış, dallarını sulara sere serpe uzatarak asude bir uykuya yatmıştı. Çam, mersin, defne, harnup, sandal ve daha nice bitkinin renk, koku ve görüntü uyumunu gördükçe, Halikarnas Balıkçısı'nın, kendisine "İşte cennet!" diyen meleklere " Hani benim Cova'm nerde?" demesinin bin olasılık değil, gerçeğin ta kendisi olabileceğini düşünüyorum. Girdiğimiz bir koyun güzelliğini daha içime sindirememişken bir yenisiyle kendimden geçiyorum.

    Bu doğa mucizesinin koyların kaçıncısındaydık bilmiyorum. İşte buralara, bu yakışır dedirten bir yatla burun buruna geliyoruz. Güvertede güneşlenen iki genç,  ne oluyor diye meraklanıp bizden yana bile bakmıyorlar.   Tam yanlarından geçerken içerden saçı sakalı birbirine karışmış yaşlı bir adam çıkıyor. Orhan Kaptan adama el sallıyor.

    "Guten tag!"

    "Günaydin!" diyor bozuk bir aksanla adam. Bizi balıkçı sanıp ekliyor; "Rast gele!"

      Hiç bitmesin istediğim koylardan birinde çalılıkların arasında ancak dikkatli bir gözün fark edebileceği bir kaya parçasına yöneliyor Orhan Kaptan.

    "Geldik!" diyor.  Kıyıda çalılara yaslanmış birkaç gübre çuvalından başka bir şey yok.  Orhan Kaptan, bir şeyler söyleniyor, anlamıyorum. Tekneyi kayaya yanaştırmaya çalışırken, çalıların arasından sekiz dokuz yaşlarında bir kız çocuğu görünüyor.  Gözleri mi yeşil, yoksa çamların yeşili mi yansıyor gözlerine.  Kaptanla arasının iyi olduğu belli:

       "Kız Menekşe, bir hoş geldin yok mu?"

       Menekşe, dudaklarını buruşturup gözlerini kırpıştırıyor. Kaptan:

       "Bak, sana öğretmen getirdim." diyor beni göstererek.

       Menekşe, o yaştaki çocukların aksine öğretmen sözünden hiç etkilenmiyor. Kaptan, kayığın kıç altından bir torba çıkarıyor. Torbada bisküvi, çerez gibi şeyler var. Menekşe torbayı görünce beklediğini elde etmenin mutluluğuyla:

       "Ama ben seni dün bekledim Orhan amca." diyor.

        Orhan Kaptan, eliyle denizi gösteriyor:

       "İhtiyar cadı izin vermedi."  diye açıklıyor özrünü. Hep birlikte gülüşüyoruz.

       İki kişinin yan yana yürümesi olanaksız bir yoldan tepeye doğru tırmanıyoruz.  Makilerden  çevremizi görmemiz olanaksız.

      Kaptan bana dönüp "Buralar bizler için seyri güzel, yaşanması zor yerlerdir. Buralarda yaşayacaksa o yattakiler gibi yaşamalı insan." diyor.

       Orman içinde yüz elli metre kadar tırmandıktan sonra bir küçük düzlüğe varıyoruz. Düzlüğün ortasında bir ahşap kulübe var. Kulübe, hemen yanındaki büyük harnup ağacının gölgesinde uykuya çekilmiş gibi. Ağaçtan oyulmuş yalağın dibinde yatan uyuz bir köpek bizi görünce ses etmeden ağacın arkasında gözden kayboluyor.

       Menekşe, arka arkaya annesine sesleniyor. İçerden yorgun bir kadın sesi duyuluyor. Orhan Kaptan, kıza babasının nerde olduğunu soruyor. Kız bilmiyorum anlamında omzunu oynatıyor: 

       "Annem, hasta, yatıyor." diyor.

       O an harnup ağacının dalları arasına yapılmış bir seki çardak dikkatimi çekiyor. Ancak dikkatli bir gözün görebileceği bir çardak bu. Sabahtan beri gördüklerimin sarhoşluğunu yaşıyorum. Dayanamıyor, Orhan Kaptan'ı dürtüklüyorum:

       "Bu ne?"

       Orhan Kaptan gülümsüyor.

       "Gece haşarattan korunmanın yolu." diyor. "Şu merdiveni yukarı çektin mi, mışıl mışıl uyu." 

       Ben, bu dallar arasına yapılmış barınağı incelerken kulübenin kapısı açılıyor, içerden neredeyse bir deri bir kemik, ufak tefek bir kadın çıkıyor.

       "Hoş geldiniz." diyor ölgün bin sesle. "Çavuş sizi dün bekledi. Bu sabah da çıkıp gitti. Ava mı, Löngöz' e mi, ne bileyim?"

       Orhan Kaptan, biraz sinirli söyleniyor:

       "Denizle barışık değilim ya Döne Yenge! Ona deniz iyi olursa dün,  olmazsa bugün için gelirim, dedim. Şimdi ne olacak?"

        "Olacağı var mı? Çocuklarla çekeriz gübreyi kıyıya." 

        "Birazdan deniz de çıkar. Al başına belayı. Bekle işin yoksa burada."

        Döne Kadın:

       "Aman kardeşim sen de! Ben her gün burada üç kız çocuğuyla yalnız yaşıyorum. Sen bir gün  Gereme'den uzak kalsan ölür müsün? Allah ne verdiyse yer içeriz" diyerek yatıştırmaya çalışıyor kaptanı.

       Aşağıdaki çalıların arsından on üç, on dört yaşlarında bir kız çocuğu beliriyor. Kızın giysisinin yaması aslından çok.

       Döne Kadın:

      "Kız Defne, keçiyi nereye götürdün?" diye sesleniyor.

       Defne, bizi görünce irkiliyor.

       "Gölgeye yatırdım. İyice doydular. Suladım da hem." diyor. Sesi sıcacık, sevgi dolu.      

       Başını kaldırmadan kulübeye doğru koşuyor.

        Döne Kadın'ın, tüm yokluklara karşın gülebilen, sıkıntılarını saklayabilen bir kadın olduğu her davranışından belli. Buralara eli boş gelmemek için evden birer torba şeker, makarna ve pirinç almıştım. Döne Kadın'a torbayı uzatıyorum. O, "Niye zahmet ettin kardeşim." diyor; ama eli dolu gelmemden de son derece memnun, teşekkür ediyor.

       Kaptan, Defne'nin arkasından sesleniyor:

      "Gel hele buraya. İnsan, insandan kaçar mı? Şu annenin elindeki torbayı al bakayım."

      Döne Kadın, bana bir açıklama yapmak zorunda hissediyor:

       "Defne biraz utangaçtır."

        Kıza sesleniyor:

        " Gel kızım, elini öp misafirlerimizin."

       Defne, belki de iki yabancının karşısına böyle perişan çıkmaktan utanmış, gelip annesinin elinden torbayı alıp hızla kaçıyor.

       Döne kadın, Orhan Kaptan'a:

       "Hemen taşırız çocuklarla. Meraklanma! Rahatınıza bakın siz." diyor.  Sonra bana dönüp  "Kardeşim, böyle güzel yerler görmemişsindir. Yabancılar buraları çok severler. Koca koca kayıklarıyla gelir, günlerce kalırlar. Gerçi kıyıya çıkmazlar; ama olsun, sevmeseler gelirler mi buralara. " diye sürdürüyor sözlerini.

      İçimden, eller buralara dünyanın bilmem neresinden gelir, biz burnumuzun dibindeki bu güzelliklerimizi göremeden ölürüz. Görenler de böyle perişan tüketirler ömürlerini diye geçiriyorum; ama kimseye bir şey söylemiyorum.

     Döne Kadın:

    "Siz, çardağa çıkın dinlenin, yorgunsunuzdur, yatın uyuyun. Ben kızlarla çuvallara gübreyi doldurur, kayığın yanına taşırım. İnşallah o arada Kara Çavuş da geliverir. Telaşlanmayın bakayım." diyor Kaptan'a. Kaptan olur anlamında başını sallıyor.

     Biz ağaca dayadığımız merdiveni tırmanırken Döne Kadın, kulübenin bir kıyısına dürülmüş çuvalların bir kısmını Defne'nin, bir kısmını da Menekşe'nin koltuğunun altına sıkıştırıyor. Kendisi kalanları yükleniyor.

     Kaptan:

    "Karaca kız nerde, görünmüyor?" diye soruyor. Kadının yanıtını beklemeden sürdürüyor sözünü: " Sen bunca gübreyi bu iki kızla mı taşıyacaksın?"

      Döne Kadın soruyu, ardına bakmadan yanıtlıyor:

    "Karaca, teke almaya gitti. Kara Çavuş, baharda tekenin birini kardeşine vermişti. Kaç defa haber saldık bir türlü getirmediler. Kara Çavuş da kızdı. Gidersem döverim ben bunları, dedi. Çaresiz, Karaca'ya git getir, dedim bu sabah."

       Kaptan bir süre kendi kendine söyleniyor:  " Bu iki çocukla hasta bir kadın. imkânsız, imkânsız!"

    Çardağa çıkınca gördüğüm manzarayla bir daha büyüleniyorum. Az önce döne dolaşa girdiğimiz koyların tümü ayaklarımızın altında. Koyların zümrüde işlenmiş mavi taşlı bir gerdanlıktan farkı yok. Az önce gördüğümüz yatı arıyor gözlerim, göremiyorum. Ancak diğer koylara girip çıkan yatlar buralarda hatırı sayılır bir trafiğin olduğunu anlatmaya yetiyor.

     " Kaptan, bu kadar yat nerden çıktı, biz denizdeyken neredeydi bunlar?" diye soruyorum. Kaptan, köşedeki şilteye uzanıyor:

    " Onlar sabaha dek eğlenir, öğleye dek uyurlar. Kim bilir hangi koyda gecelemişlerdir? Az sonra açıklarda deve katarı gibi dizilirler, bol bol seyredersin."  diyor. Sesinde gübrelerin hazır olmayışından mı, yoksa başka bir şeyden mi bir mutsuzluk sezinliyorum.      

     Deniz, ötelerde lacivert bir yorgan. İnsanın kendisini, koydan koya bir kuğu gibi süzülerek dolaşan yatlarda  düşlememesi olanaksız. Her görüntü, bir ömürlük güzellik gibi görünüyor. Kaptan hayranlığımın farkında:

    "Buralar, ilk anda adamı çarpar."  diyor. "Ama buralarda yaşamak zordur. Hasta olsan ölür gidersin. En yakın hastane Milas'ta. Buradan Ören'e geçmeye bir kayık, oradan öteye de bir araba bulacaksın da ölmeden hastaneye varacaksın ya da bir katır bulup kendini Marmaris'e atacaksın."

     Döne Kadın, öğle sonuna değin Defne'nin açtığı çuvallara gübre doldurdu. Sonra da Menekşe'nin küçük elleriyle özenle ağızlarını diktiği çuvalları kıyıya taşıdı. İş bittiğinde ne Döne Kadın'ı ne de iki yavrusunu tanımak olanaklıydı. Terle karışan gübre yüzlerine, giysilerine çamur olup sıvanmıştı.

     Buraya hemen döneceğiz varsayımıyla geldiğim için yanıma yiyecek içecek tek şey almamıştım. Köşedeki toprak testiden bir tas su doldurdum. Bir yudum aldım. Su toprak kokuyordu. Ülserim var. Açlığımı bastırmak için bir şeyler yemek zorundayım. Ama bu insanlardan yiyecek bir lokma isteyememem. En iyisi uyumak.

     Dalmamıştım ki, Menekşe'nin:

   "Orhan Amca, amca! Size yemek getirdim!" sözleriyle fırlıyorum.

      Kız bir tabak dolusu peynir kızartması getirmişti. Çardağı kaplayan yanık tereyağı kokusu umurumda değildi.

      "Ekmeğimiz bayatmış, annem kusura bakmasınlar." diyor Menekşe.

      Kızın bu sözüyle birlikte aklıma kayınpederim geliyor, kızıyorum kendime.

      Odun tüccarıydı kayınpederim. Marçalı Dağlarından odun taşırdı Milas'a, Söke'ye, İzmir'e. Her sabah yola çıkmadan önce fırına uğrar neredeyse bir çuval ekmek alırdı. İkinci uğrağı ya peynirci ya da helvacı olurdu.  Ona "bu kadar ekmeği ne yapacaksın Karaduman?" diyenlere "Dağlarda yaşayanlara vereceğim, insan bulamazsam kuşlara kurtlara veririm." derdi.

      Bana; "Dağda yaşamayan ekmeğin, suyun değerini bilmez." derdi. Demek ki öylesine dinlemişim onu. Boğazım düğümleniyor, ilk lokmam orada kalıyor, ne kadar yutkunsam mideme inmiyor. Kaşığımı kızarmış peynire daldırıyorum.

    Kaptan, gözlerini ovalayıp denize bakıyor. Deniz bembeyaz köpük. Ağaçların dalları karayelin etkisiyle birbirlerine karışıyor.

    "Hay Allah, gidemeyiz bu havada.  Biliyordum böyle olacağını." diye mırıldanarak sofraya bağdaş kuruyor.

      Döne Kadın, aşağıdan sesleniyor:

     "Çuvalları tekneye yüklemek kaldı. Ancak bunu ben yapamam. Hasta, güçsüz bir kadınım. Onun için erkek gücü gerek."

      Kaptan, yemekten bir kaşık alıyor, Kara Çavuş'un gelmediğini anlamış olmasına karşın Döne Kadın'a soruyor:

      "Kara Çavuş gelmedi mi daha?"

       Kadın onu yanıtlamıyor. Kaptan, Döne Kadın'ın da duyacağı bir sesle Kara Çavuş için konuşmaya devam ediyor.

     "Kocan, çok gevşek. Benim geleceğimi bile bile kaçtı buradan. Adamda iş becerisi yok ki. Omzunda tüfek, ardında köpek, dolaşsın dağlarda eğri eğri."

       Döne Kadın, Kaptan'a yine cevap vermiyor. Kaptan bir hayli kızgın, çardaktan iniyor. Ben de izliyorum onu. Birlikte kıyıya iniyoruz. Arkamızdan da Döne, Defne ve Menekşe geliyor.

      "İsterseniz siz çuvalları kayadan alırken yardım edebilirim. Yoksa Kara Çavuş'u bekleyeceksiniz." diyor Döne Kadın.

      Konuşmasından kocası yokken orada kalmamızdan rahatsız olacağı izlenimi ediniyorum.

       "Boş ver Döne Yenge! Kara Çavuş gelse de geçemeyiz bu denizden."

       Kaptan'ın sözleri içimde bir burukluk yaratıyor. Demek burada gecelemek zorundayız Eşim, bana bir şey olduğunu sanıp yalıyı ayağa kaldırır. Kaptan, üzüldüğümü fark ediyor:

       "Sabah erken çıkarız kardeşlik. O zaman deniz olmaz."

       Beni yatıştırmaya çalıştığının farkındayım. Döne Kadın'a dönerek adeta sızlanıyor:

       "Ben çuvalları yükleyemem. Kışın üç ay bel ağrısından yattım, Bu çuvallardan birini kaldırıp kayığa atsam sakat kalırım. Çavuş'u bek1emekten başka umarımız yok."

       Döne Kadın, kestirip atıyor:

      "Öyleyse beklersiniz, şansınıza gelirse yüklersiniz, gelmezse siz bilirsiniz."

        Bir süre daha bekliyoruz. Gün neredeyse ikindi oluyor. Kaptan da beklemekten sıkılıyor, elini omzuma koyup yardım istiyor:

       "Kardeşlik, bu dağın yörüğü bizi unuttu. Kim bilir hangi çalı arkasında keklik kovalıyor. Bundan böy1e gelmez bu adam.  Gel, sen bana yardım et. Atabildiğimiz kadar atalım. Gökova bu, uykusu çoban uykusudur. Çuvalları şimdi yüklersek sabahleyin o uyanmadan demir alırız."

       Bu havada denize açılmayı asla düşünemezdim. Eşim merak etse de ona sağ salim dönmek için sabahı beklemem gerektiğini biliyorum. 

      "Haydi, el birliğiyle yapalım şu işi."

     Önerim herkesi sevindiriyor. Döne Kadın, çuvalı kaptanın sırtlamasına yardım ediyor. Ben de çuvalları Kaptan'ın sırtından alarak tekneye yerleştiriyorum. Gübreler kuru olduğu için çuvallar ağır değil. Ancak sıcakta tozup insanın genzini yakıyor. Daha ikinci çuvalda gübreye beleniyorum.

     Kaptanın sırtından onuncu çuvalı aldığım an Menekşe bağırıyor:

     "Babam, babam geliyor. ..Nah işte ta tepede, koca çamın orda!"

      Hepimizin yüzünde büyük bir yükten kurtulmanın sevinci dolaşıyor.

     "Çavuş, ulan Kara Çavuş, neredesin be!  Yaktın beni!"

      Rüzgâr alıp götürdüğü bu sert, hesap soran sesi,  duyulur duyulmaz bir ses yanıtlıyor:

    "Adam dediğin sözünde durur. Seni dün bekledim ben."

     Kara Çavuş, beline çifte fişek kuşanmıştı. Başında Meksika tipi bir hasır şapka, ayağında da kara bir pantolon vardı. Dişlerinin tümü altın kaplamaydı. Kendisine Kara demeleri boşuna değildi. Çünkü zenciye yakın esmerdi. 

     "Hani sen çarşambaya gelecektin? Bizim de kendimize göre işimiz var değil mi?"

    "Denizle barışık değilim ya Çavuş. Deniz iyi olur geliriz, olmaza kalırız, demedik mi? Şimdi bile nasıl kuduruk görmüyor musun? Senin yüzünden bu gece burada kalacağız. Bizim de işimiz var. Sen gübreyi kıyıya taşımış olsaydın biz çoktan gitmiş olacaktık. İnsan hiç değilse gübreyi hazır eder."

    "Parayla çekiyorsun gübreyi. Onca sıkıntıya katlanıver. Onun da sıkıntısını ben mi çekeceğim? Biz dağ başında malımızı yok pahasına satıyoruz. Bize acıyan var sanki! Beyefendi, Kara Çavuş'u beklemiş de canı sıkılmışmış!"

    "Seni duyan da, Bozalanlı bana çuval dolusu altın veriyor sanır. Şu kayığın masrafı bile değil buradan gübre çekmek. Ama ne yaparsın ekmek parası."

     "Bizimki Marmaris gazinolarında saltanat parası sanki. Kazandığımızın kıçımızı örtecek bez parası bile olmadığı ortada."   

       Kara Çavuş, fişekliğini çıkarırken; söyleniyor. "Biz burada Orhan Efendi'nin gönlü olacak da gelecek diye nöbet tutuyoruz..." Sonra da yüksek sesle ekliyor: "Hadi bakalım yükleyelim çuvalları."

     "Yükleyelim yüklemesine; ama konuşmanı beğenmedim. Adam, adama bir hoş geldin der, bir özür diler. Sen kim oluyorsun da  Orhan Efendi mefendi diyorsun bana?. Yazık, yazık. Malınızın bokunu para ettiriyoruz da."

      Kara Çavuş sözünü kesiyor kaptanın.

      "Bir dilim ekmek verdik, dilenmeye başlama yine!" 

       Kaptanın yüzü öfkeden kıpkırmızı oluyor.

       "Çalıştır kardeşlik motoru, demir alıyoruz." diyor bana.  Sonra Kara Çavuş'a dönüp  "Senin gübreni de seni de. Almıyorum gübreni; dök balıklar yesin!"

       Ne yapıyorsunuz demeye kalmadan kaptan halatı çözüyor. Ortamı yatıştırmak için:

       "Yanlış davranıyorsunuz..." demeye çalışıyorum; ama kimse oralı olmuyor.

       "Koca koca adamlarsınız. Hiçbir şeye acımıyorsanız şu kadınla iki garip çocuğa acıyın. Sabahtan beri hasta hasta gübre taşıdı bu kadın." diyorum.

        Kara Çavuş, sana ne, der gibi bakıyor:

       " Efendi!"  diyor. "Kadın benim kadınım. Ekmeğini de suyunu da ben veriyorum. Çocuklar da öyle. Gerekirse tepeye taşıtır bir daha indirtirim."

       Bu tepkiyi hiç beklemiyorum. Adam daha da öfkelenip vurabilir bizi, diye korkuyorum.

     Kaptan, göz açıp kapayana dek teknenin burnunu denize döndürüyor. Kara Çavuş da beklemiyor böyle bir tepkiyi. Daha bir öfkeleniyor. Cebinden çıkardığı bıçakla küçük Menekşe'nin gün boyu diktiği çuvalların ağızlarını kesiyor,  çuvalları deviriyor. Gübreler çalı aralarına, denize akarken gözüm Döne Kadın ve iki kız çocuğuna takılı kalıyor. Döne Kadın'ın, bir sfenks gibi denize bakışı; iki kız çocuğunun, bu öfke fırtınasının her an kendilerine sıçrama korkusuyla bir çalı dibine büzüşmüş görüntüleri bir türlü gözümün önünden gitmiyor.

      Başımı motor kapağına yaslıyor, gözlerimi kapatıyorum. Biliyorum ki o an kimselere aklı başında bir adam sözü söyleyemezdim. Bağırsam, balıklar korkardı.  Öylece kalakalıyorum.

    Denizin kaç dalgası üstümden geçmişti saymadım. Umurumda da değildi. Çünkü cennetin, cehennemini de görmüştüm bugün.

      Kuvvetli bir dalgayla tutunduğum yerden savruluyorum. Demek, bu cennetin başka cehennemi de vardı. Bu kez can korkusuydu içimdeki duygu. Küpeşteye sıkıca tutunuyorum. Kaptan, teknenin burnunu,  bütün gücüyle Kıran Dağlarına doğru çevirmeye çalışıyor. O da sırılsıklam. Tuzlu sudan pişen dudaklarım yanıyor. Islak gömleğimin yeniyle gözlüğümü silmeye çalışıyorum;  ama gözlüğü takar takmaz camlar yine tuzdan göstermez oluyor.

     Deniz kudurmuş gibi.  İç içe geçmiş koyların her yenisine geçtiğimizde dalgalar daha da büyüyor, büyüdükçe korkunçlaşıyor.

     "Dönelim!" diyorum Kaptan'a korkuyla.

     Kaptan:

      "Olmaz bunca yıl babama eyvallah etmemişim, kalkıp da dağın yörüğüne mi edeceğim?" diye karşılık veriyor.

     Tüm dikkatim dalgalarda, kaptanın dikkatiyse dümende. Peş peşe gelen dalgaların ancak ikisini üçünü savuşturabiliyor; bir sonraki büyük bir hışımla buruna çarparak tekneye doluyor.

      "Korkma!" diyor Kaptan. "Deniz karayel. Buna dalga denmez. Biz nicelerini gördük. Yeter ki rüzgâr karışık esmesin. Teknenin burnunu dalgalara verdik mi tamamdır."

      İçimden bir şeyler söylemek gelmiyor.

      " Motor canavar gibi çalışıyor. İki saate varmaz yalıdayız. Bu kardeşin var ya, bardaktan boşanırcasına yağan yağmurda Löngöz'den çok gübre taşıdı."

     "O zaman batmaması şimdi de batmayacağın anlamına gelmez." diye geçiriyorum içimden.

      "Bak açıklara. Deniz bembeyaz köpük. Bu fındık kabuğuyla."

     Aklı sıra espri yapmaya çalışıyor. 

     "Ayıp ettin kardeşlik, fındık değil, ceviz kabuğu dersen kabul ederim."

      "Yol yakınken dönelim. Ha, ne dersin? O koyda sabahlamamız gerekmez. Bak birbirinden güzel nice koy var. Gireriz birine, sabah erkenden de yola çıkarız. Nasıl olsa o zamana deniz durulur. Hadi, kırma beni."

       Onun kararlı olduğunu görünce daha da sinirleniyorum:

      "Sen dönmezsen dönme; beni geri bırak. Benim böyle pisipisine ölmeye niyetim yok."

       Kaptan bu havada ne aradığı belli olmayan bir martıya el sallıyor.

        "Heyy! Aslanım benim. Ötelerde nasıl deniz? Dinecek değil mi?"

       Sözünü tamamlayamıyor. Tekne, büyük bir dalganın altından kaymasıyla burun üstüne dikiliyor. Bir sağa, bir sola yalpa yapıyor. Anında da tekneye üç taraftan su fışkırıyor. Var gücümle bağırıyorum:

YAZARIN DİĞER YAZILARI