GECE YOKUŞU

GECE YOKUŞU

                                                           İbrahim ERGİN

Benzi kireç gibi geçmiş, saçı – başı darmadağındı. Hıçkırık fırtınasından kurtulabilen tek cümle, ufacık odada soluk bir ürperti gibi çalkalanıp duruyordu.

“Ölümden öte köy var mı?..”

Avucundaki sabunu oda arkadaşı güçlükle alabildi elinden.  Gecenin sabaha tırmandığı bu saatte, bir sır, günlerdir tavanda dönüp duran lambadan adeta fışkırıyor. Günah rengi ışıklarla dördüncü kattaki pencereden dışarı sızıyordu.

Marika:

“Deli olma! Diye atıldı.” Bundan kaç kişinin öldüğünü bilirim. Ya kana karışırsa!

“El – âleme rezil olmak daha mı iyi” diye inledi Nermin.

Adı Nermin’di. Bundan beş ay kadar önce “Almanya’nın taşı toprağı altın.” Akınına katılmış, kendi deyimi ile bir “Cehennem kaçkını” idi. Anlattıklarına bakılırsa zaten hep kaçamakla geçmişti ömrü. Annesinin ölümünden sonra ayyaş babasının rakı sofrasını hazırlamak, sonra da kaptan üniformalı giysilerini soyup onu yatağa uzatmak gibi tekmil ev işleri ona düşmüştü. Bir gün “Annene çok benziyorsun.” Demişti babası ve her zamanki gibi öpmüş, “Bu evi üstüne yaptırırım.” Diye eklemişti. “Kartaldaki arsayı da… Yeter ki benim ol sen. Evet, dediğin doğru, benimsin ama ben başka türlü… Yani karı – koca gibi demek istiyorum.

Bu korkunç, bir o kadar da iğrenç istekle karşılaşmasaydı, o tanımadığı, o sevmediği şoförle kaçmayacaktı. Yıllarca didinmiş, iğneyle kuyu kazmış, evine kömür, yedi yaşındaki kızına ömür derken, tüberkülozlu, üstelik serseri olan kocasını besleyemez olmuştu. El gibi giyim – kuşamda, sürüp – sürüştürmede gözü yoktu pek. (Ya da öyle görünüyordu.) Kurtuluşunu yaratmaktı isteği. Hatta günün birinde boşanmak için müracaat bile etmişti. Ne var ki gidebileceği hiçbir yeri yoktu. Eve gelen celp kâğıdını kocası kendi boyunda bir kahkaha ile buruşturmuş, “Bak sen!” demişti. “Bak sen bizim Köroğlu’na. Ulan seni öyle bir parçalarım ki İstanbul belediyesinin bütün çöpçüleri toparlayamaz!..”

Almanya’ya kaçışı da işte o günlere rastlar. Taşının toprağının altın oluşundan çok, taşa – toprağa sıkışmış azıcık bir mutluluktu aradığı. Yıllarca kocasını aldatmamakla hiç öğünememişti. Adımını attıktan sonra bütün yolların Roma’ya çıktığını daha lise yıllarından biliyordu. Keşke tanımasaydı onu! Gerçi adımını atmıştı bir kez. Onu tanımasaydı elbet başka birini tanıyacaktı. Neden şimdi O’nun ağırlığını karnında taşıyordu? Geçen gün iş başında başı dönmüş, biraz da kusmuştu. Kimse görmemişti bereket. Yoksa elin ağzına düdük olmak işten bile değildi. Gerek kendisinin, gerekse sevdiği gencin bütün aramaları boşa gidiyordu. Bu kör olası yerde kise milyon verseniz dönüp bakmıyordu. Ah! Gözünü sevdiğimin Türkiye’si. İki yüz elli’yi tosladın mı tamam. Alimallah şeytanın bile ruhu duymaz.

Yola çıkacaklardı fakat “Ölürüm de İstanbul’a gitmem.” Diye diretti Nermin. Korkuyordu. Ya görürlerse! Şansa bakın ki tam da o sıralar bir ebeyle tanışmışlardı. Kendinden emindi kadın. İşe hatır – gönül karışmasaydı bile gene yapacaktı anlaşılan. Usulen azıcık naz edecekti hani. “Yaparım.” Dedi sonunda. “Ağzınız sıkı olsun emi.”

Bilinen ilaçların hiçbiri kâr etmiyordu. Nermin hemen her gün Marika’ya belini çiğnetiyor, dolapları, masaları kaldırıp indiriyordu.

Ebe: “Bari ilk günler rahime ufacık bir sabun parçası koysaydınız.” Diye ağız aradı. Demek maydanoz, kinin, hatta kibrit başı gibi şeyler de para etmeyecekti. İki ay geçmişti aradan. Zordu. İş, çalıştığı hastanenin doktorundan bir reçete uydurmaya kalıyordu. Uydurdu da… Fakat emminegon, prostigmin gibi en tesirli ilaçların, üstelik fitilin de faydasızlığı karşısında büsbütün şaşırdı. Şimdı kanama yaptırmaktan da korkuyordu. Oysa daha öncekiler nasıl da kolay olmuştu!..

“Elimden gelen bu!” dedi sonunda. İstesen üç ayı doldurmadan git.” Nermin gitmedi. İşte o gece (ki yılbaşından dört gün önceydi) ikinci kez sabundan medet umuyordu. Türkiye’ye gidemezdi. Yunanistan geldi aklına. Hem oda arkadaşı Marika Yunanlıydı. Acaba yardım edemez miydi? Ah şu insanlar… Çaresizliği damla damla büyüdü gözlerinde. Sapsarıydı; kaç gündür zırnık koymamıştı ağzına. O çok sevdiği sigaradan bile iğreniyordu. Sabaha dek gözünü santim kırpmadı. Duygusuz ve cansız adımları onu Main ırmağına sürüklerken, kızının uzak gülüşleri sabahın alaca karanlığını yırtıyor, yolunu adım adım aydınlatıyordu. Yılbaşı için satın aldığı bebeğin üstünde sadece bir tek sözcük bırakmıştı. “KIZIMA”

Irmak, yağlı, pis ama usul usul akıyordu. Köprünün öbür yakasında bir gemi, yorgun bir homurtuyla soludu. Üstünde ise arabalar kurşun hızıyla mekik dokuyordu. Kıyı boyunca uzanan söğüt ağaçları sanki suyu öper gibi yaslanmıştı. Yakın bir evden birinin uzun uzun sümkürdüğü duyuldu. Pantolonlu bir kadın, bisikletinin sepetine oturttuğu çocuğu ile yanı başından hızla uzaklaştı. İşine gidiyordu kesin. Çocuğu da ne güzeldi!..

Nermin bir adım daha attı. Tanıdık bir cümle suyun yüzünde kıpır kıpır yüzüyor, aynı kıpırtıyla dudaklarında yansıyıp yeniden dağılıyordu.

“Ölümden öte köy var mı?”

Müthiş bir sigara istedi canı. Irmak, her zamanki haliyle yağlı, pis ve tükenmez bir su olarak somurtmuş, cevap bekler gibi O’na bakıyordu. Sabahın olanca serinliği, güneşin ilk ışıkları ile birlikte öbür yakadaki büyük kilisenin çanlarını döverken, Nermin, söğüt dallarının kuru ve ince uçlarını ilk defa fark etti. Yeşermeye nasıl da can atıyorlardı. Birden karnına gitti eli. Orada, elinin tam altında soluğuna ortak olmaya çalışan biri vardı. Tüm kaygılardan uzak ve her şeyden habersiz yaşamak istiyordu…

Döndü ve içinde soru işareti gibi kıvrılan o korkunç gece yokuşuna doğru yürüdü…

    

 

    

 

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI