BİR GEZİNİN ARDINDAN (2) FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİĞİ

BİR GEZİNİN ARDINDAN (2)

FIRTINA ÖNCESİ SESSİZLİĞİ

İzmir'de bir gün kaldıktan sonra sabahın erken saatinde yollara düştük. Hedefimiz Bursa.

Dümdüz bir zümrüt ovadan geçiyoruz. Aralıksız zeytin ağaçlarının kapladığı Akhisar ovası bizi selamlıyor gibiydi.

Yurdum, güzel yurdum, bereketli ovalarının beton yığınına çevrildiği zavallı yurdum! Hele ki bu güzel ova öyle değil. Zümrüt bir yurt köşesi olarak bizi selamlıyor. Bir yandan seviniyoruz. Öte yandan da endişeliyiz. Dünyanın en zengin toprakları olan Çukurova'yı, neredeyse tek ağacın olmadığı uçsuz bucaksız Konya Ovası'nı, Samsun, Çarşamba, Bafra ovalarını betonlaştıran zihniyet, yakında bu güzelim zeytin ağaçlarına da kıyar diye.

Sözüm ona Yeşil Bursa'ya girdik. Artık yeşili yok edilmiş. Teleferikle Uludağ'a çıkarken koskoca Bursa Ovası'nın beton yığınına döndüğünü gözlemlemek, inanın, insanı ağlamaklı ediyor. Bir tek yeşillik göremiyoruz. Eskiden kalma Kültür Park ve Çekirge yöresi dışında. Yazık olmuş Bursa'ya, yazık etmişler bu güzelim yurda. Bu nasıl bir anlayış, bu nasıl bir acımazsızlık ki o güzelim şeftali ağaçları yok artık. Güzelim Bursa şeftalisi tarihe karışmış. Kestane de Aydın'dan getirilir olmuş. Her yanından su fışkıran o yemyeşil ova taş yığınına dönüştürülmüş.

Artık Bursa şeftalisinin müzelerde fotoğrafını görecek gelecek kuşaklar. Her şeyi dışarıdan satın alma ne zamana dek sürecek? Gelecek kuşaklar, ne üretebilecek de ne yiyecekler?

Uludağ'ın otellerden önceki durağında her yanda Araplar var. İş yerlerindeki çalışanlar da Arap. Nedenini sordum. Buraya yalnızca Arapların geldiği, bu nedenle de çalışanların Arap olduğu söylendi. Hele ki işverenler Türk vatandaşı imiş. Her yere yayılmışlar. Hava güzel olduğu için piknik yapıyorlar. Çoluk, çocuk dolmuşlar ağaçların arasına. Arapçadan başka dil konuşulmuyor neredeyse. Radyolarını açmışlar, Arapça şarkılar dinliyorlar. Sanki ülkeleri savaş alanına dönmemiş gibi.

Şehrin içinde de özellikle Kapalı Çarşı'da kara çarşaflarıyla her yanı dolduruyorlar. İnsan kendini Osmanlı dönemine ışınlanmış gibi duyumsuyor.

En dikkat çeken özellik de hiçbir Arap'ın yanında bir Türk'ün olmaması. Bunun nedeni belli: Çünkü Türk halkı onlarla birlikte görünmek istemiyor. Onları dışlamışlar. Herkes gibi ben de bu işin sonunun nereye varacağını merak ediyorum.

Esnaflar, çok zor durumda olduklarını söylüyorlar açık açık. On liralık bir şekerleme alınsa bile onu hediyelik gibi ambalajlıyorlar. Eskiden bu mümkün değildi. O para bile önemli görülüyor. Yer yer kalabalık var ama alış-veriş çok az.

Esnafların hepsi de ağız birliği etmişçesine satışların çok düşük olduğunu, halkın alım gücünün olmadığını söylüyor.

Havlucular çarşısında fiyatların düşürüldüğünü gösteren etiketler dikkat çekiyor. Sanki biraz olsun alış-veriş yapalım diye gözümüzün içine bakıyorlar.

Belki kuyumcuların satışları iyidir diye düşünerek kuyumcular çarşısına dalıyorum. Her yan Türk bayraklarıyla donatılmış.

"Satışlarınız nasıl?" diye soruyorum. "Çok kötü abi." diyorlar. Zor durumda olduklarını söylüyorlar. "Çarşı kalabalık sayılır. Siz öteki esnafa göre çok kazanmaya alıştığınız için size öyle gelmiş olmasın?" diye soruyorum. "Bunlar kuru kalabalık abi. Soran çok, alan yok. Bakma sen öyle kalabalıkmış gibi göründüğüne. Kuru kalabalık bunlar." yanıtını veriyorlar.

Esnafın genel durumunu ve sessizliğini fırtına öncesi sessizliğe benzetiyorum.

Bu pahalılığı yaratanlara bir anımsatma gibi algıladım esnafın bu sessizliğini. Bence bu sessiz yığınlardan pahalılığı yaratanların korkması gerekiyor. Onlar için artık seçimi kazanmak "çantada keklik değil." Bizden söylemesi. 30.10.2019

Nuri Çelik

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI