Prof. Dr. Oğuz ÖZDEMİR
MSKÜ Eğitim Fakültesi/Sürdürülebilir Yaşam Eğitimi Derneği
[email protected]
Sevgili Okur;
Denk gelenler hatırlayacaktır, bu köşede zaman zaman sürdürülebilirlik sohbetleri düzleminde ilgili güncel konuları ve gelişmeleri ele alıyoruz.
Her fırsatta, sürekli ekonomik büyüme ve daha fazla tüketim odaklı yaşam tarzının doğal yaşamın üzerinde yarattığı yıkıcı sonuçlara dikkat çekiyor; bunun sadece doğal yaşamı değil, insan yaşamının da geleceğini ciddi boyutlarda tehdit ettiğinin altına çiziyoruz. Kısacası, modern yaşam biçiminin her yönüyle sürdürülemez hale geldiğini vurguluyoruz.
Her geçen gün daha fazla görünür hale gelen iklim krizi yüz yüze kalınan bu sürdürülemez durumun en yakıcı ve güncel göstergesi. Dünya ülkeleri iklim krizi ile baş edebilmenin yollarını bulmaya çalışıyor. Bu süreçte en kritik mesele, karbon emisyonunun yeryüzünün ısınmasını yavaşlatacak ölçüde azaltılması. Bütün hesaplar, 2053 yılına kadar karbon emisyonunun olabildiğince azaltılması üzerine odaklanmış durumda.
Türkiye de nihayet bu doğrultuda önemli bir adım atarak 9 Temmuz 2025 tarihinde iklim kanununu çıkardı. Gözümüz aydın, artık bir iklim kanunumuz var.
Peki nedir bu iklim kanunu?...
Genel hatlarıyla özetlemek gerekirse, iklim kanunu öncelikli sanayi kollarında karbon emisyonunu yönetmeye dönük düzenlemelere dayanıyor. Bunlardan biri, Avrupa Birliği Sınırda Karbon Düzenleme Mekanizması (SKDM), diğeri ise Emisyon Ticaret Sistemi (ETS). Buna göre, öncelikli sanayi kolları faaliyetleri sonucu oluşan karbon emisyonunu bildirmek ve bunun maliyetini ödemek zorundalar. Eğer, bu bildirim yapılmazsa bu ürünler sınırdan geçerken karbon vergisinin ödenmesi öngörülmektedir.
Kısaca, bu şekilde sanayi sektörünün daha düşük karbon ayak izi oluşturmaya özendirilmesi öngörülmektedir.
Peki bu çözüm mü?
İklim kanunu, Türkiye'de çevreci kamuoyunu pek tatmin etmiş gözükmüyor. Bu noktada, en büyük eleştiri konusu iklim krizi ile mücadele edecek gerçekçi ve bütüncül bir mekanizmanın kurulmamış olması. Bunda çok haklılar. Öyle görünüyor ki, iklim kanunu ile karbon ticareti üzerinden yeni bir piyasanın alt yapısı oluşturulmuş durumda. Bu durum, "kirleten öder" anlayışının somut pratiği gibi duruyor.
Gözden kaçan diğer bir nokta ise bam başka.
İklim kanununda, bireylerin iklim dostu bir gelecek için daha sade yaşam sürmeleri yönünde hiçbir teşvik ya da yaptırım öngörülmemiş. Oysa, yüz yüze kaldığımız iklim krizini başlıca nedeni piyasanın güdümlediği tüketim çılgınlığı değil mi?
Maalesef, özgürlükçü bilinen çevrelerin de iklim yasasının tüketim özgürlüğünü kısıtlayacağı yönünde bir söyleme kapılmaları son derece düşündürücü.
Özgürlük tüketmek mi? Yoksa, tüketmek özgürlük mü?
Artık, tüketirken, gezegende diğer insanların, hatta cansız/canlı bütün varlıkların haklarını da gözetme sorumluluğunu göstermenin zamanı gelmedi mi?
İklim dostu gelecek dileklerimle.