ORTA ASYA' DAN ANADOLU' YA BİR "KAZAYAĞI" ÖYKÜSÜ

ORTA ASYA' DAN ANADOLU' YA BİR "KAZAYAĞI" ÖYKÜSÜ

                Değerli okuyucular, geçen hafta Mehmet VAROL Amca' nın yeni çıkacak olan kitabı ile ilgili görüşlerimi yazmıştım. Kitapta çok özgün ve samimi bulduğum bazı bölümlerden alıntıları sizlerle de paylaşmak istedim. "KİTAP YAZMA TUTKUSU" başlığı altında şunları aktarıyor Mehmet Amca: "2012 yılı. Aylardan Ekim' in 20'si, bir son bahar günüydü. İki gezgin, benim açmış olduğum Yörük sergimi gezmeye geldiler ve bana " iyi olmuş!" dediler. Onlar da bana yazmamı söyleyerek cesaret verdiler. Yazmanın bir tahsil işi olmadığını uzunca bana anlattılar. "Bizim de bir katkımız olsun!" diyerek bana üç yüz yetmiş beş lira para verdiler. Parayı almak istemedim ama ısrar ettiler. Beni gerçekten cesaretlendirdiler. İnsan, yapmadığı, bilmediği bir işte "ya başaramazsam!" endişesi yaşıyor. Bu duyguyu sanki ölümden beter gibi hissettim o zamanlar. Çünkü insanın zayıf tarafını bulmaya çalışıyorlar, bu beni çok endişelendirdi. İnsanların yapmaya çalıştıklarıyla alay etmek, engellemek hiç hoş bir şey değil. İnsanlar, istekleri uğruna savaşmalılar, çaba göstermeden hiçbir şey olmaz. Ne istiyorlarsa aşk ile yapmalılar, bu heves her şeyden kuvvetlidir. Daha sonraki yıllarda köye turizmin girişiyle bu art düşünceli insanlar, köye getirdikleri misafirlerine gezilecek yer olarak "KAUNOS ve Yörük Kültür Evi" diyorlar, ama en çok düşündüğüm küçük bir kitap yazmaktı.

                "Ben, hem keçi hem koyun çobanıydım. İki yüz keçi otlattım/güttüm. Yarı çadır hayatı yaşadım. Askerlik dönemim sırasında 1960 yıllarında Kilis' te Jandarma iken(iki buçuk yıl askerliğimde) 122. Seyyar Alay askeri iken karakolların 825 koyunu vardı. Bunlara çoban aranırken bu sürüye ben ve bir arkadaşım baktık. Bu yüzden bir askeri çobanlığım da vardır. Tabi, "Gezen bilir karlı dağın ardını" diye boşuna dememişler. Yazın koyun sürüsü giderken ayağını sürür. Sürünün ardından bir toz/duman çıkar ki sorma!.. Hele bir de yaz günü ve havalar sıcaksa birbirine kilit gibi girer sürü. Hayvanlar genellikle gece serinliğinde güdülür/otlatılır. Koyun çobanına Yörük denmez. Karakeçililerde devesi olana Yörük denir. Ben de bir Yörük uzantısıyım.  Üzülerek söylüyorum ki; bunları okullarda, ortaokul ve lise sınıflarında öğretmiyoruz. Turistik gezilerde rehberlerimiz, sadece, Yunan, Roma ve Bizans uygarlığından bahsederken bunları hiç anlatmıyorlar. Selçuklu ve Osmanlı Devletini kuranları, Cumhuriyeti zor şartlarda kuran atalarımızı; Mustafa Kemal Atatürk' ü, Mehmet Akif Ersoy' u, Namık Kemal' i, Çanakkale Destanını, Afyon direnişini, Kurtuluş Savaşını, yokluğu, öküzle/atla/eşekle ve yalın ayak ve çarıkla ve aç bir şekilde savaşan atalarını unutma!"

"Bir de kitap yazmayı düşündüm, ama okul görmediğim için cesaret edemedim. Saklı saklı yazmaya başladım. Tabi okur/yazar olmayan, okul görmeyen birinin 'yazıyorum' demesi yüzünden "delirmiş bu adam" derler diye geceleri yazdım. Ancak yaşım yetmiş dört olmuştu ve gözlerim sulanıyordu. Kültür Evine gelenlere, okuyanlara sorardım; 'okur/yazar olan ama okul görmeyen yazar mı?' mı derdim Onlar da 'olur'! diyorlardı. Birkaç yazarın okul görmediğini ve yazdığını söylediler, ben de onlardan cesaret alarak yazdım. Nelerden etkilendim, derseniz, tarih kitapları ve Herodot okudum. Osmanlı, İslam Tarihi, Dört Halife, Yunus Emre, Azra ERHAT kitabı (İŞTE İNSAN), BİRAZ Namık Kemal, Çetin ALTAN da okudum. Ben, tarih yazmadım, insan elinin ellediği, kaybolan Yörük/Türkmenler' i az da olsa anlatmaya çalıştım. Ölemez Hikayeleri bölümünde şöyle bir anekdot anlatır M. Amca: "Bu coğrafyadan kimler gelip geçmiştir? Osmanlı zamanı Ödemiş' li Aydın Efesi, Çakıcı Mehmet Efe, oralarda tutunamaz, kaçar, Okçular(Marmarlı) ve Gökbel uzantısı sarp kayalık olan buradaki doğal mağaraya saklanır. Burada Alevi Hüseyin Ağa, O' nu korur. Gündüzleri kalaycı kılığına girer, köyleri dolaşır. Bir gün bir kalay ustası alır yanına köy köy dolaşır. Kürkçüler, yanı Ekincik yönünden yükünü bir katıra sarıp adamlarıyla Ölemez eteğinden Ekincik Yurdu denen yerde Çakal Molla, Amcaoğlu Duralcık Dirmilli' yi soymaya gelen Çakıcı Mehmet' e misafir olur. Çanak/çömlek ne varsa kalaylar, bir de bal kazanı satar Çakal Molla'ya. Çakal da bir keçi keser ve iyi bakar misafir kalaycıya. Çakal, kalaycıya "Nerelisin?" diye sorar. " Kavakdere' liyim!" der o da. Bol sohbet edilir, sonra uğurlar kalaycıyı. Ama zaten biliyordur Çakal!. Molla arkadaşı Marmarlı Hüseyin Ağa'nın Çakıcı Mehmet' e baktığını. Bir gün Çakal Molla Dalyan' a Cuma namazına gider. Bir yandan da Pazar ihtiyacını giderir. Hüseyin Ağa' yı görür, otururlar kahveye. Çakal Molla Süleyman, "Hüseyin, ne olur Çakıcı' yı bana göster" der. Hüseyin Ağa da " Ne yapacaksın Molla?" der. "Tanışmak isterim" diyen Molla' ya karşı Hüseyin Ağa da "Çakıcı Mehmet, seni görmüş, sen de O'nu görmüşsün!" Kalaycı diye birisi Kavaklıdere' den senin evine gelmiş. Kabını kalaylamış, sen O'ndan bir bal kazanı satın almışsın, bir de ' na keçi kesmişsin" der. Sohbet sürer gider.  Savaşlardan söz ederken köylünün durumunu da anlatır. Şöyle dile getirir o günleri: Birinci Dünya Savaşı'nın beri olmak üzere pek çok sayıda "dul karı" ve "seferi birlik çocuğu vardı. Eşlerini savaşta kaybeden kadınlara "dul karı", onların çocuklarına ise "seferi birlik çocuğu!" denirdi. O zamanlar eğri/büğrü, tabiri caizse deveboynu gibi olan Muğla-Fethiye karayolu, erkek ve kadınların-on sekiz yaşından büyük ve elli yaşından küçük olan her mükellef, yedi gün boyunca yol yapımında çalışmak zorundaydı-öncülüğünde imece usulü ile yapılmıştır. 1914 doğumlu bu seferi birlik çocukları, en zor dönemlerden geçen, okullarını kendi el emekleriyle yapan makûs talihli kuşaklardır.  Mehmet Amca, hala çobanlık yıllarına özlem duyar ve şöyle anlatır o günlere özlemini: "Hayvancılık keyifli bir uğraştır, yerine göre de meslektir. Şöyle ki; devenin havuduna, keçinin ve davarın boynuna takılan metalden yapılan zile çan denir. Sürüyü bir araya getirmede çok etkili bir araç tır ÇAN. Bir de bol yağış, bol ot olursa devenin kükremesi, köpeğin havlaması, keçi ve oğlakların emme zamanında karışık bir müzik gibi hem keyifli, hem hüzünlü bir melodi, bir şarkıcının şarkı söylemesi, bir anne ile çocuğunun kucaklaşmasına benzer bir duygu salar çevreye. Çobanlık/göçerlik yıllarında şıkır şıkır nal sesleri, bıs bıs deve izleri/sesleri, küçücük ayakları ile karakaçan ak burunlu, koca kulaklı eşeğim, kara keçim, ayaklarını sürüyerek yürüyen kuzucuklarım, koyunlarım, eğri/büğrü boyunlu, tüylü devem/mayam, erkek löküm, "ıh" dedim mi yere çöken,"kalk" dedim mi kalkan, atalarımı hacı yapan develerim gel de gör, yayla dağlarını aşan, çölleri de, sıcak kumları da geçen sarı devem, kara löküm gel de gör kocaman kocaman, sıvıyla çalışan kara kara arabaları. senin iskeletin, kemiklerin hangi dağlarda/derelerde, hangi çöllerde kaldı gel de gör.Kara kaçanım, senin güzel sesin yok oldu, neslin, yerin, dağlar. çok şükür senin kültürün, kekiğini yediğin dağlar bozulmadı, koca kulaklı, bırt sesli, karakaçanım, eşeğim, ak burunlum.

YAZARIN DİĞER YAZILARI