BİLGE UMAR

BİLGE UMAR

“Hukuk mesleği ile inceleme yazıları ile yapıtlarının yanı sıra çevirileri, Özellikle Türkiye'nin ilkçağ kentleri üzerindeki araştırmaları ile tanındı.”

(Şükran Kurdakul, Şairler ve Yazarlar Sözlüğü)

 

Yıl 1974. TRT'de yapımcı ve Eğitim Yayınları Şube Müdürüyüm.

Yıllardır beklediğim bir kitap, Bilgi Yayınevince yayınlandı: Bilge Umar'ın “İzmir'de Yunanlıların Son Günleri”.

Çöldeki adamın susuzluğuyla içtim kitabı; telefonla randevu alıp, Umar'ın Ege Üniversitesi İTBF'deki odasına vardım. Kapıdaki şu notu görünce, not dilenmeye gelmiş öğrenci gibi mahcup oldum:

“Not dilenmeye geldiyseniz kapıyı çalmayın. Not, ihtiyaca göre değil, liyakate göre verilir!”

Çetin cevize çattığım belliydi; tüm cesaretimi toplayıp, kapıyı tıklattım:

-Buyrunuz! Sözünü duyunca daldım içeri.

Prof. Dr. Umar, daha sonra söyleyeceğim üzere, rotatif gibi yazıyor, üretiyordu.

Tuşlamakta olduğu son tümceyi bitirip, “Hoş geldiniz” dedi. Sırtımdaki 13 kg'lık Nagra ses kayıt cihazını çalıştırdım. Sanırım 1,5 saat kadar görüştük.

Beklediğim kitap gibi, aradığım yol arkadaşını bulduğumu anladım.

Onca konu arasında, sağlıklı bir evlilik yaptığını, bundan böyle İzmir'in sanat dünyasına karışmak, Türkiye tarihsel, coğrafya araştırma gezilerine daha fazla zaman ayırmak istediğini söyledi.

Öyle de yaptı: Kurucularından olduğum İzmir Sanatçılar Derneğine üye ve ilk genel kurulda en fazla oyu alarak Yönetim Kurulu üyesi oldu.

O genel kurulda -Üniversitede ders verir gibi- istatistiklerle, grafiklerle yapılabilecek etkinlikleri anlattı. Rüştü Şardağ'ın kurucu ve başkan olduğu dernek, yeni bir sürece girmişti. Nitekim yine Umar'ın hazırladığı mufassal (ayrıntılı) rapor üzerine, dernek Bakanlar Kurulu tarafından “Kamu Yararına çalışır” sayıldı ki bu, önümüzde geniş çevrenler (ufuk) açıyordu…

“Ben bugün, kendisiyle yaptığımız “Tarihsel, coğrafya araştırma” gezilerinden söz açacağım.

Önce bir anekdot:

Eşlerimizi, Dalaman Belediye Başkanı Ömer Musa Siva'nın sağladığı arazi vitesli araçla, Antalya’nın, yarısı pek kullanılmamış 100 km'lik yolculuktan sonra, Torosların doruklarında gizlenen Selge kentine vardık. Üzerine kurulu köyün adının bir ara “Deli Dana” olarak değiştirilen Zerk köyüne ulaştık. O zamanlar tarla olarak kullanılmakta olan antik agoranın bir köşesindeki ulu meşe ağacının altında serinlemekte olan ören bekçisi (Yunus efendi), bizi görünce saydı:

-Üç yüz elli üç, üç yüz elli dört!..

Anladık ki; biz burayı ziyaret eden 353. ve 354.cü turistler (!) imişiz.

“Turist” diyorum, zira Türk halkı, antik kentleri Türklerin ziyaret edebileceğine olasılık vermiyordu. Nitekim Yunus Efendi:

-Vel iyi kam'dınız. Hellomünalevküm, falan dedi.

Selge hakkında bilgi edinmiş olarak gelmiştik ama kalıntıları günümüze böylesine sağlam kalmış bir antik kentin, böylesine “meçhul” kalmasına akıl erdiremedik. Şehrin surları, agorası, stadyumu, Zeus ve Artemis tapınakları, özellikle tiyatrosu göz alıcıydı. Bol bol saydam (slide-slayt) çektik; ben gazete ve dergilere yazılar yazdım, Bilge bilgi ve görselleri kitabında yayınladı.

Asıl söyleyeceğim şu:

Foto model diyebileceğimiz iki yabancı hanım, Köprü Çay üzerinde, buradaki kanyona adını veren köprüyü görmeye gelmişti. Oraya, çevre minibüsüyle gelmişler, dönecek araçları yoktu. Kızlar, Antalya'ya kadar kendilerini almamız için adeta yalvardılar; Bilge, bu ricalara kulak bile asmadı.

Dönerken -hayli şaşkın- bu katı tutumunun sebebini sordum; birkaç cümleyle açıkladı:

-Yolda başlarına bir şey gelirse, pirincin taşını ayıklayamayız.

Bize “Yolcu taşıma ruhsatınız var mı?” diye sorarlar. Sonra, ikimiz de evli, az çok tanınmış insanlarız...

Bundan sonra, Trebenna'dan Arriassos'a, Gerga'dan Aigai'ye, Hyllarima' dan Kyon'a, Perperene'den Alilainoi'ya kadar yüzlerce ören gezdik; arabamıza kimseyi almadık.

Sonra bizim kızımız Ekin ile Umar'ların oğlu Afşin de katılır oldu tedkik (araştırma-inceleme) ekibine. Çoğu antik kalıntıların, yükseklikleri konusunda kıyaslama olanağı versin diye, onların Afşin veya Ekin'le çekilmiş fotoğrafları nice röportaj ve kitapları süslemiştir. Asıl ilginci, çocuklarımız bile bizimle arkeolog veya turist rehberi diliyle konuşur oldular.

Bir gün, güneyden İzmir'e giriş yapıyoruz. Karabağlar'da, elektrik tellerine takıla kalmış bir uçurtmayı görünce Afşin Umar, grubumuza bilgi verdi:

-Bakın işte ey turistler, tellerde antik bir uçurtma kalıntısı!..

“Güney deyince, Büyük Menderes'in aşağısı, dolayısıyla Karia (Karya) akla gelir.

Umar üçlüsü (Afşin, Ayla, Bilge) ile biz Ekin, Tülay ve bendeniz, Karia gezilerimiz için bu fakirin Gökova'daki fakirhanesini mesken tutmamız doğaldır.  Ayşe Ablam, köylü kadını, elinden geldiğince bizi ağırladı, antik kent araştırmalarımız için yolluk hazırlamayı ihmal etmedi. Bunun karşılığında, herkesin kolayca kazanamayacağı bir ödül aldı.

Umar Hoca, Karia konusunda Türkçe en güvenilir, en geniş ve görsel malzemesi zengin kitabını şu sözlerle Ayşe Ablama ithaf etti:

“Kariallıların hası

Şadan Gökovalı'nın ablası

Ayşe Gökovalı'ya

Nice Karia gezisi konaklamalarında,

Sakar altı yamacındaki kaya mezarlarınım

Hayretten açık kalmış ağızlarına karşı

Bahçesinde ailece tükettiğimiz

Sepetler dolusu lop inciri

Özlemle yâd ederek”

Bilge -bensiz- bir Karia gezisinden, Köyceğiz üzeri dönerken, çıtlık rampası inişinde önüne çıkan ata çarpmış. Kendisine bir şey olmamış ama at ölmüş. Çevresine toplanan kalabalığa Bilge:

“Şadan Gökovalı'nın bir yakımı veya onu tanıyan birisi var mı?” diye sormuş. Çıkmış birkaç tanıyan. Çıtlık halkı, Bilge Umar'ın ünlü bir hukukçu olduğunu bilip söyleyen olunca, ölen atın sahibi Bilge Hoca'dan özür üstüne özür dilemiş...

İtiraf edeyim: Bilge ile yurt gezilerimizde öğrendiklerimi, hiçbir kaynaktan öğrenmedim.

Sadece ben değil; “Arkeoloji” bilimini ayakta tutan dört kolondan biri sayılan Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal bir aile yemeğimizde aynen şunları söyledi.

Şadan Gökovalı’nın bilgisini öteden beri bilirim ama Bilge Hoca'nın ilgisi ve bilinçli bilgisi karşısında hayran kaldım...

Bilge Umar, yaşamı boyunca hiç gösteriş düşkünü olmadı. İpek böceği gibi, sessizce ördü durdu kozasını.

Kendi tanımıyla, “Alacak nasıl tahsil edilir, borcun üstüne nasıl yatılır” demek olan icra iflas hukukunun Türkiye'de önde gelen uzmanlarından biriydi. Onun, hukuk biliminde nerelere yükseleceğini daha gencecik bir asistanken Neushatel'de yaptığı araştırma göstermişti.

Bilge, İzmir İktisadi ve Ticari Bilimler Fakültesi'nin Hukuk Ana Bilimin ve Dokuz Eylül Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin kurucuları ve ilk hocaları arasında yer aldı.

Onun parlak kariyerleri arasında Basın Yayın Yüksek Okulunun (bugünkü Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi) Müdürlüğü önemli bir yer tutar.

Ben o okulda hayli uzun zamandır, dışarıdan hoca olarak ders veriyordum. Bilge bu okula müdür atanınca beni kadrolu olarak görev yapmam için çağırdı. Doğrusu ya; 1979 yılında Üniversite Doktoru unvan ve yetkisi ile amacım olan “Basın şeref Kartı”nı almıştım.

01 Ağustos 1980 tarihinde o okulda Öğretim Görevlisi ve Müdür Yardımcısı olarak kadroya girdim.

Haydi, övünmek gibi olsun:

O dönemde okutup mezun ettiğimiz öğrenciler arasında Atila Sertel, Ziynet Sertel, Mustafa Balbay, Yılmaz Özdil, Türey Köse, Yücel ve Füsun Arı, Uğur İşven, Erol Özobut, Sedat Kaya, Mehtap Temel, Serap Zeybek Ihlamur, Nadide Şele, Deniz Sipahi, Okşan ve Murat Attila, Nedim Atilla, Huriye Kuruoğlu, Sadık Uçar, Sadık Pala, Cemalettin Özdoğan, Muzaffer Pepeyi Kardüz, Tülay Şubatlı, Tunç Şardağ, Hatice Türk Bülbül ve daha sayılamayacak kadar, şimdi hepsi birer ünlü iletişimci olan gençler vardı.

Sözün özü: Prof. Dr. Bilge Umar; sözün gerçek anlamıyla rafine bir akademisyen, belki de Türkiye'deki en yetkili Luwi dili uzmanı, Arkeologları kıskandıracak kadar çalışkan ve üretken Tarihsel Coğrafya kitapları yazarıdır.

Beynin parmaklarına, parmakların klavye tuşlarına egemen olmayı Sürdürsün benim canın kardeşim, yol arkadaşım Bilge Umar...

YAZARIN DİĞER YAZILARI