MİLAS

MİLAS

-Makbule Kaya’ya-

BİR BAŞKA TEPEDEN

Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!

Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.

Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!

Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.

Nice revnaklı şehirler görülür dünyada,

Lakin efsunlu güzellikleri sensin yaratan.

Yaşamıştır derim, en hoş ve uzun rü’yada

Sende çok yıl yaşayan, sende ölen, sende yatan.

(Yahya Kemal BEYATLI)

Yahya Kemal Üstada kim itiraz edebilir ki?

Kabul edelim: İstanbul, “efsunlu güzellikleri yaratan” şehirler kraliçesi. O mağrur şehirle başka bir yerleşim yerine kıyaslayacak değilim. Niyetim; İstanbul’un 650 km kadar güneydeki Milas’tan söz etmek. İstanbul’un yanında; Dev yanında Beberuhi gibi kalan Milas’ın kendi çapında özellik, zenginlik ve güzellikleri var.

Adından başlayayım: “Milas”. Ne müzikal isim. Nazmi Yükselen’den alınan, Makbule Kaya’nın şakıdığı bir Milas türküsü gibi. Ama değil. Bu sözcük, 5 bin yıl önce Anadolu dili Luwwice’den geliyor. Özgün biçimi “Mylassa” (Mülassa okunur) “Değirmenli yer” anlamına geliyordu. Zira, Milas’ın batısında yükselen Sodra dağı sırtlarında bir dizi yel değirmeni vardı. Değirmen döndüren ilk rüzgarlar buralıydı. Yalnız, Milas’ın bu dağın eteklerinde kurulması yadırganıyordu. Nitekim bir komutanın: “Şayet bu kenti kuran adam korkmadıysa, hiç de mi utanmadı?” sözü ünlüdür.

Karia’nın ilk başkentiydi Mulassa; şehir, sahilden epeyce içeride kurulduğu için, Karia’lılar, denizci bir ulus olamamıştı. M.Ö. V. YY’de, Hekotomnos zamanında orası Karia’lıların anavatanı ve ikametgahı sayılıyordu. IV. YY’da Mausolos, başkenti Halikarnassos’a aktardı.

Bugün kent içinde Baltalı Kapı, Zeus Osogos Tapınağı, Gümüşkesen, Mausoleumu, Hekotomnos anıt mezarı gibi antik çağ eserleriyle, daha sonra başkenti olduğu Menteşe Beyliği zamanından Firuz Bey Cami başta olmak üzere çok sayıda geleneksel Türk evi bulunmakta.

Rivayet olunur ki; Menteşe’nin büyük beylerinden Ahmet Gazi, ordusuyla Boğa yokluğundan Milas Ovası’na inerek, kenti (Beçin Kalesini) kuşatmış. Görmüş ki; kale ele geçirilesi değil. Besili bir boğayı kale kapısından içeri sürmüş. Halk bu semiz boğanın başına toplanmışken, bir arı kovanı attırmış kaleden içeri. Kızışan arılar halkı sokmaya başlayınca Mylassa’lılar, kenti Türklere teslim etmek için, o gece sabaha karşı horozlar ötene dek önel (mehil) istemişler. Ahmet Gazi önce öneriyi kabul etmişse de, hava karardıktan bir süre sonra sabredememiş ve horozlara:

-Ötün ya mübarekler, demiş.

Horozlar ötüşmeye başlamış ve kent halkı, kendi istedikleri sürenin dolduğunu sanmakla, savaşmaksızın kenti Türklere teslim etmiş. Bu yüzden Milas’ın horozları akşamdan ötse bile, başları kesilmez!

Bir daha geriye dönelim. Bir anektod aktaralım:

Yabancının birisi, ziyarete geldiği Mylassa’da hanlarda yatacak oda bulamayıp, kenti dolaşırken, bir tapınağın önünde temizlik yapan görevli görüp, bunun hangi tanrının tapınağı olduğunu sormuş.

Bekçi:

-Zenoposeidon (Zeus ile Poseidon) deyince yabancı:

-Tanrıların bile tapınakta çifter çifter bulunduğu şehirde benim yatacak yer bulamayışıma şaşılmasa gerek, demiş.

Kentteki tapınak bolluğuna değin bir anı daha:

Söyleyicinin birisi Mylassa’da konuşurken, “Dinleyin ey insanlar!” diyeceğine, “Dinleyin ey tanrılar…” demiş.

Bu yazıyı tuşlarken saymadım ama Mobolla (Muğla) en fazla sayıda antik kentin bulunduğu il, Mylassa (Milas) ise en fazla sayıda sönmüş kentin bulunduğu ilçe.

Bunlardan, öreni Güllük Körfezi kıyısındaki Kıyı Kışlacık’ta bulunan İassos, dünyada balık dış satımının başladığı yer olmasıyla ünlüdür. Uzun uzun anlatmaya gerek yok; Sophia Loren’in başrolde oynadığı “Yunus Üzerindeki Çocuk” söylencesi bu bayındır kente ait. İlkçağın ünlü bilicilik (kehanet) merkezlerinden Labranda da Milas sınırları içindedir.

Tarih, coğrafya ve kültürüyle ciltler dolduracak verilere sahip. Yenim olmasa bile, yerim dar olduğu için bir derya ile çevresinden sözedelim:

Huyum kurumasın; soru sormayı severim. Birçok Milas’lıya sorduğum soruyu size de yönelteyim:

-Vafi Denizi neresidir?

Bildiyseniz sınavı geçtiniz, bilemediyseniz sınıfta kalmadınız.

“Bafa Gölü”nün bir adıdır bu. Helence ve Rumcada sözcük veya isim bağında bulunan “b” harfi “v” okunur. “Boulea”nın “Vule”, “Blouterion”un “Vulenteryun” okunması gibi, “Bafa” da, yöre halkı tarafından “Vafi” diye okunmuş; bu, Ege Bölgesi’nin olağandan geniş göl olduğu için “Deniz” veya “Derya” diye adlandırılmış. (Bu konuda yazılı kaynak; Aşkıdil ve Turan Akarca’nın, taa 1955’te yayınlanmış mükemmel eseri Milas kitabıdır.)

65 km2 genişliğe sahip bu göl, eskiden, Ege Denizi’nin bir körfeziydi. Bazı tektonik olaylar ve Büyük Menderes’in taşıdığı alüvyonlar yüzünden, körfezin ağzı kapanarak, göl haline gelmiş. Yine de bir boğaz aracılığıyla fazla suları Büyük Menderes’e, onun aracılığıyla da Ege Denizi’ne dökülüyor.

Gölde, biri isken görmüş, birisi kuşların kuluçka yeri olmak üzere dört ada var: Mersinet, Menet, Kahveasar ve Herakleia önündeki ada. Sonunda adanın karşı kıyısında, Latmos Herakleiası kenti var.

Bir zamanlar Kapıkırı, Bafa, Mersinet, Sarıkemer ve Serçin köylülerinin geçim kaynağı olan balıkçılık, gölün kirlenmesi nedeniyle hemen hemen ölmüş durumda. Burada, söylence çağlarından gelip, bilinmez geleceklere uzanacak bir söylence var:

Ay ve Av, Efes halkının Ana Tanrıçası olan Artemis, Selene (ay) olarak geceleri, ikiz kardeşi Apollon’un (Güneş) yerine geceleri -biraz körez de olsa- dünyayı ışıtma görevini üstlenirmiş.

Zarif tanrıça, bu uçuşlarından birisi sırasında, Latmos Körfezi (Bafa Gölü) kıyısında sürüsünü otlatan çoban Endymion’u görmüş ve ona göksel bir aşla vurulmuş. Her gece, şavkını dünyaya salma görevini aksatıp, sevdiceği ile sahildeki bir mağarada buluşur, söyleşirmiş. Ancak, bu karayağız Karia delikanlısının günün birinde yaşlanıp ölmesine gönlü razı olmamış. Tanrılar ölmezliği kendilerine ayırdığı için, onu sonsuz uykuya yatırmış. Her gece Bafa üstünden geçerken, yeryüzüne süzülür ve Endymion ile gönlünü hoş edermiş.

Bu yüzden, başka hiçbir yerin mehtabı Bafa’nınkiyle boy ölçüşemezmiş ve ay karanlık olduğunda “Selene Endymion ile buluştu” denirmiş…

9 Eylül Gazetesi’ndeki Pazar yazılarımda şiirlere yer verişim, çoğu okurlarca hoş karşılanıyor. Bundan yüreklenerek, Milas’ta sürgün tutulmuş Köy Enstitüsü çıkışlı Mehmet Başaran’ın, burada yazdığı “Ahlat Ağacı” şiirinin ilk üç bölümünü paylaşayım sizinle:

“Eşin dostun yaşıyor bak bahçelerde

Sen çıplak bir doruğun üzerindesin

Tam rüzgârın engini sardığı yerde

Yekpare bir mavilik üstünden akar

Altında köklerini sıkan toprak var

Dertleşir durursun gölgenle

Bazen öyle yakın geçer ki kayan yıldızlar

Halini soruverecekler sanırsın

Dağılır üstündeki yeşil sükût

Ümitle kımıldanırsın”

(Mehmet BAŞARAN, 1927-2015)

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI