DR. REŞİT GALİP ve İNSAN ATATÜRK.

DR. REŞİT GALİP ve İNSAN ATATÜRK.

               Kendimizi bildi-bileli Atatürk'ü anlatırlar bize. Büyük komutandır, Büyük insandır, Büyük bir hatiptir, İyi bir askerdir, Örnek bir insandır..diye. Biz de 34 yıldır öğrencilerimize anlatıp dururuz resmi ATATÜRK'ü. Aynı şeyleri söyleyip durmak bize bıkkınlık verir, monotonluktan sıkılırız. Öğrencilerimize farklı bir şeyler söylemek isteriz Atatürk hakkında. O'nun da bir insan olduğunu, bir birey olduğunu, herkes gibi artıları, eksileri olabileceğini söylemeyiz, ya da söyleyemeyiz, korkarız. Bu klişeyi ilk kıran Can DÜNDAR'ın "MUSTAFA" filmi oldu her halde. Üzerinde çok şey konuşuldu, çok şey konuşulacak. Geçenlerde bilgisayardaki adresimize gelen Atatürk'ün gerçek kişiliğiyle ilgili bir mail, gözlerimi yaşarttı. Atatürk'ü gerçek bir insan olarak, bir birey olarak anlatan bu yazı aslında "Mustafa" filminden çok daha önce yazılmış. Şöyle:

               "Çankaya sırtlarında oturan Ankara'lılar, şehre Reşit GALİP Caddesi'nden geçerek inerler. Pek azı bu ismin kime ait olduğunu bilmeyebilir. Bu bilinmezlikte belki Reşit Galip'in daha 41 yaşında bu dünyadan göçüp gitmesi rol oynamıştır. Belki de İnönü ile yıldızının hiç barışmamış olması.

               Rodos'ta doğan Reşit Galip, ortaokulu bitirince kardeşiyle bir sandala binip Marmaris'e gelmişler.

               Liseyi İzmir'de okumuşlar. Kardeşi Hüseyin Ragıp (BAYDUR) diplomatlığı seçip büyükelçilik yapmış. Reşit Galip ise İstanbul Tıp'a gidip dr. olmuş. Öğrenciyken gönüllü olarak 1. Dünya Savaşı'na katılmış. Kafkas Cephesinde çarpışıp asker dönüşü öğrenimini tamamlayıp fakültede asistanlığa başlamış.

               1923 Martı'nda hekimlik yaptığı Mersin'e Mustafa Kemal Paşa geldiğinde Paşa'nın huzurunda konuşmuş ve gözlerine doğru bakarak şöyle demiş:

"Muhterem Gazi, sen yalnızca bu milletin bir kahramanı değilsin, bu milletin bir ferdi olmakla iktifa (yetinme) ve iftihar (övünme ) etmektesin."

               Herkesin yüceltme yarışına girdiği günlerde Gazi'yi "milletin bir ferdi" sayan otuz yaşındaki bu hatip, herkesin dikkatini çekmiş. Tabi ki en çok da Gazi'nin.

Kemal Paşa da ona milletvekilliği önermiş ve Dr. Reşit Galip, Ocak 1925'te Meclis'e girmiş. Bir süre İstiklal Mahkemesi üyeliği yapmış. CHP idare heyetinde görev almış. Türk Ocaklarında, Halk Evlerinde çalışmış. Yine Atatürk'ün isteğiyle Serbest Fırkaya girmiş ve Atatürk'ün sofrasına oturmuş. Onu Bakanlığa taşıyan süreç de o sofrada başlamış. Bu sofra sahnesi pek çok tanıdığın hatıratında vardır: "1931 sonbaharıydı, o geceki tartışma Milli Eğitim Bakanı, Esat Mehmet'in bir yakınmasıyla başladı. Esat Mehmet, Atatürk'ün Harbiye'den "tabya öğretmeni" idi. Kazım ÖZALP' in "Atatürk'ten Anılar" kitabında (İş Bankası Yayınları 1992 s.48-49) yazdığına göre konu, kız öğrencilerin kıyafetlerinden açıldı.

Esat Mehmet, Kızların kısa etek, kısa çorap ve kısa kollu gömlek giymelerini uygun görmediğini belirtti. Bir tamim yayınlayarak daha kapalı giyinmelerini isteyeceğini söyledi.

               Bunun üzerine Reşit Galip söz aldı: "Yanlış düşünüyorsunuz Beyefendi" dedi. "Bu bir geriliktir, kadınlar eski durumda yaşayamazlar. İnkılaplardan en mühimi kadınlara verilen haklardır. Başka türlü Batılılaşmakta olduğumuzu iddia edemeyiz." deyince Sofra gerildi.

Gazi, vekilini zor durumda bırakan bu çıkıştan hoşlanmadı. "Bu konuyu uzatmayalım. Kısa çorap giyip giymemek çok önemli değildir, sonra tartışırız." Dedi. Ama Reşit Galip, alttan almadı. "Af buyurunuz Paşam! Bu, inkılap ve zihniyet meselesidir. Müsaade buyurursanız fikrimizi söyleyelim. Hatta daha ileri giderek diyeceğim ki, sizin huzurunuzda, bu sofrada inkılapları zedeleyeceği icraattan bahsedilmesi küstahlıktır, hoş görülemez!"

               Reşit Galip'in tartışma yaratmasının özel bir nedeni vardı: Halkevinde sanatı yaygınlaştırmak için tiyatro çalışmaları yapıyor, ancak sahneye çıkacak kadın oyuncu bulamıyorlardı. Buna gönüllü kadın öğretmenler için, Maarif Vekaleti' nden izin alamamışlardı. Reşit Galip, "Bu kokuşmuş kafayla devlet yürümez" diyerek kesip attı. Atatürk'ün kaşları çatıldı. "Sözlerinizde müsamahalı ve ölçülü olunuz!" diye çıkıştı.

Herkes, yaklaşan fırtınayı hissetmişti. Ama Reşit Galip bulutların üstüne gitti. 57 yaşındaki Milli Eğitim Bakanı'nı işaret ederek dedi ki: "Devrimci, devrimcidir, insanlar bir yaştan sonra ister-istemez tutucu olurlar. Mecliste bunca genç, idealist, bakanlık yapacak nitelikte insan varken böyle yaşlı kimseleri Milli Eğitim Bakanı yapmak hatadır" Atatürk, yeniden uyarma gereği duydu: "Esat Bey, yeteneklidir. Davamıza inanmıştır ve benim de hocamdır. Beni okutmuş olması sence bir değer taşımıyor mu?"

"Kusura bakma Paşam! Taşımıyor! Okuttuklarının içinde sizin gibi bir devrimci çıkmış ama kim bilir nice tutucular da çıkmıştır."  "Sizi de eleştiririm!" Bunun üzerine Gazi'nin sabrı taştı: "Bu sofrada hocama ve bir Milli Eğitim Bakanı'na hakaret etmenize müsaade edemem" diye başladı Ama Reşit Galip sineceği yerde hepten üste çıktı: "Devrimleri korumak için sizden müsaade istemiyorum. Hatayı yapan siz de olsanız sizi de eleştiririm. Mesela Roza Noir' a verdiğiniz 15 bin liralık kredi mektubu da siz yaptınız diye hata olmaktan çıkmaz."

İlk kez Atatürk'ün sofrasında Atatürk, bu kadar sert eleştiriliyordu. Reşit Galip'in sözünü ettiği Rosa Noir, Beyoğlu'nda Rus karı-kocanın işlettiği bir barın adıydı. Atatürk, bir gece oraya gitmiş, mekânın sahibi Madam Senya'dan  "İş Bankası'ndan kredi alamıyoruz" yakınmasını dinlemiş ve orada bir kâğıda İş Bankası Genel Müdürü'ne hitaben "yardımcı olunması " isteğini yazmış, Rus çifte vermişti.

               Reşit Galip, bu iltimas talebini eleştiriyordu. Atatürk, bu kez kızmadı; "Yoruldunuz, buyurun biraz istirahat edin!" diyerek kibarca Reşit Galip'i sofrasından kovdu. Ama genç devrimcinin yılmaya niyeti yoktu, yıllar yılı bir efsane gibi anlatılacak olan çıkışını o an yaptı:

"Burası sizin değil, milletin sofrasıdır. Milletin işlerini görüşüyoruz. Burada oturmak sizin kadar benim de hakkımdır." Atatürk, kendi fikirleriyle kendisini vuran bu genç adama baktı, sonra yanındakilere dönüp "Öyleyse biz kalkalım!" dedi. Sofradaki bütün heyet ayaklandı. Reşit Galip'i sofrada yapayalnız bırakıp çıktılar. Bu müthiş sahnenin devamı daha da ibret vericidir: Reşit Galip bütün geceyi Dolmabahçe Sarayı'nda pencerenin kenarındaki bir koltukta geçirir. Atatürk uyandığında Genel Sekreterine Reşit Galip'i sorar. "Sabaha kadar bekledi, mahcubiyetini size iletmemizi istedi. Bir de Ankara'ya gidecek kadar borç para istedi, 25 lira verdik" derler. Atatürk, "Ankara'ya gidecek adama 25 lira mı verilir? Bari benim hesabımdan birkaç yüz lira verseydiniz!" der. Sonra "Cebinde beş parası yok ama karakterinden hiç taviz vermiyor. Parası yok ama cesareti var!" diye ekler.

               1932 sonbaharında Atatürk, Reşit Galip'in radyodaki bir konuşmasını dinler: "Devrimleri her yerde, herkese karşı savunacağız. Gerekirse babamıza ve çocuklarımıza bile!" demektedir. Atatürk, birkaç gün sonra kendisini yeniden sofraya davet eder. Hemen yanındaki sandalyeye oturtur. Orada yeni Milli Eğit Bakanı'nın 39 yaşındaki Reşit Galip olduğunu açıklar.

               Rosa Noir olayı mı? Onu da hatırlatalım; İş Bankası Genel Müdürü Muammer ERİŞ, Atatürk imzalı kâğıdı alınca doğruca Dolmabahçe Sarayı'na gelmiş, Ata'nın ricacı olduğu krediyi vermeye kuralların uygun olmadığını söylemiş, talebi reddetmiştir.

               Reşit Galip'in bakanlığı sadece 13 ay sürer. Bu süre içinde Darülfünundan Üniversite reformunu başlatır. Öğretmenlere genel bütçeden maaş ödenmesini sağlar. Eşi Zübeyde Hanım'ın deyimiyle "deli gibi çalışıyor" ama Atatürk'e çıkışacak kadar ayarsız dili yüzünden her gün işe cebinde istifa mektubuyla gidiyordu. Aslında Atatürk'le araları iyiydi. O, Gazi'ye "PAŞAM!", Gazi de ona "Doktor" diye hitap ederdi. Diyor.

               Torunu Feyhan ORAN'a  "Peki, ne oldu da ayrıldı?" diye sordum. Bir gün sofradan ayrılırken Atatürk, "Seni eve ben bırakacağım" demiş. Evine bırakınca o da saygıdan "Ben de sizi uğurlayacağım Paşam!" karşılığını vermiş. Ama kendisinin arabası olmadığından yürüyerek uğurlamış. O gece zatürree olmuş. Dinlenmesi tavsiye edilince 1933 Ekim'inde görevden ayrılmış.1934 yazında Moda'daki bir deniz kazasında kızlarını kurtarmaya çalışırken akciğerlerini hepten üşütmüş. Bir mucize eseri kurtulduğu bu kazadan sonra ölümü bekleyerek hastalığını takip etmeye başlamış. Keçiören'deki bağ evinin kütüphanesine demir yatağını taşıtıp yedi ay kitaplar arasında yatmış. 1934 yılında 41 yaşında da hayata veda etmiş."Öldüğünde cebinde beş lirası varmış." Diye söylenmiş hiç görmediği torunu Feyhan ve :

"Anneannem, üç çocuğunu büyütebilmek için Afet İNAN'dan yardım istedi. Atatürk'ün de yardımıyla krediyle bir ev aldılar. O evin bir odasına sığışıp diğer daireleri kiraya vererek geçindiler" diye eklemiş.

               Her sabah okul öğrencilerini güne başlatan "Türk'üm, Doğruyum, Çalışkanım!" andı var ya. Geçenlerde sevgili hocam Prof. Dr. Baskın ORAN'ın eşi  Feyhan "Biliyor musun o andı kim yazdı?" diye sordu. "Kim?" dedim merakla."Dedem!" dedi. "Deden kim?" diye sordum. "Reşit Galip!" diye cevapladı. İnanılır gibi değildi.

Ne o andın 1933'ün 23 Nisan günü Reşit Galip'in kaleminden çıktığını biliyordum, Ne de Feyhan'ın Atatürk döneminin Maarif Vekili Reşit Galip'in torunu olduğunu.

               Feyhan, ilkokulda her sabah içtiği andın dedesinin kaleminden çıktığını ilkokul sonda annesinden öğrenmişti." Milliyet 25 Kasım 2007.  Bu haftalık da bu kadar. Hoşça kalın, dostça kalın.

YAZARIN DİĞER YAZILARI