ANNEMİ ANLAT, DEDİM KALEMİME

Kim, seksen yedi yıllık ömrünün en güzel meyvelerini sorsa, tereddütsüz: "Üç oğul, yedi torun, dört de küçük torun" derdi; çünkü binlerce fidanı, meyveye çocukları geleceğe umutla baksın diye dönüştürmüştü.

Ömrünü çorağı bitek yapmaya adamış; taşlı tarlalarda cennet bahçeleri yaratmıştı. Ağaçları meyveye durduğunda, bağları üzüm dolduğunda devlet, bağını bahçesini elinden alıvermişti. Acısını içine akıtmış; "Ne bilsin onlar bir fidanı yeşertmenin sevincini" deyip de yürümüştü yoluna. Altmışından sonra yeni kıraçlar aramış, yeni fidanlara can suyu vermişti.

Çocukluğumda sık sık hastalanırdım. Bütün gün tarlalarda çalışır, geceleri başımda nöbet tutardı. Bu yüzden Dağlarca'nın dizelerine ilk okuyuşta vurulmuştum.

"Üfleme bana anneciğim korkuyorum,

Dua edip geceleri

Hastayım ama ne kadar güzel

Gidiyor yüzer gibi vücudumun bir yeri.

...

Gözlerim örtük fakat yüzümle görüyorum,

Ağlıyorsun, nur gibi.

Anneciğim, büyüyorum ben şimdi,

Büyüyor göllerde kamış

Fakat değnekten atım nerede,

Kardeşim su versin ona, susamış."

Oysa ben onun ağladığını hiç görmemiştim.

On bir yaşımda ayrılmıştım ondan. Öğretmen okulu sınavını kazanmıştım. Tatillerin birinde sevgi arsızlığım tutmuş:

- Sen beni sevmiyorsun, demiştim.

Şaşırmıştı.

- Arkadaşlarımı anneleri okula uğurlarken ağlarmış. Senin, benim arkamdan ağladığını hiç görmedim ben.

Saçlarımı okşamış:

- Seni okula gönderemeseydim ağlardım. Keşke tüm anneler çocuklarını benim gibi okullara gönderebilse. Sen de kardeşlerin de benim sevincimsiniz. Dönüşü olan ayrılıklara ağlanmaz, demişti.

Yıllar sonra ağlattılar onu. Bağını bahçesini aldırdığı devlete isyan etmedi; ama 26 yaşındaki torununu bir serseri polis kurşunuyla toprağa verince çok ağladı. Hele yargı, o polise gereken cezayı vermeyince daha çok ağladı.

Bir çift öküz, iki üç koyun, üç dönüm tarla sahibi olmanın varsıllık sayıldığı yıllarda bir üvey anne, bir üvey baba evine gide gele büyümüştü.

Annesi: "Bir gözüm gördü bir gözüm görmedi. Ölürsem kimseler tutmaz elinden" deyip on beşinde gelin etmişti. Çeyizi bir şişe zeytinyağı, bir eski yatak ve yorgandı.

Yok, deyip yakınmamış, el açmamıştı kimselere. Gecesini gündüzüne katmıştı. Başkaları bir çalışırken o üç çalışmıştı.

Su yok.

Kuyudan sırtında su taşımıştı.

İsli ocakları üfleye üfleye tutuşturmuştu yuvasının ateşini.

Kimlerden öğrendiyse dikiş dikmeyi öğrenmişti ayaksız dikiş makinesinde. Onca işin gücün arasında dikişle aile bütçesine katkıda bulunmaya bile zaman yaratabilmişti. Kazanlarda küllü sular kaynatıp yıkamıştı tütün katranlı giysileri. Çocuklarına yamalı giydirmiş; ama asla kirli giydirmemişti.

Okul sıralarında dinlediği öğretmeni hiç olmamıştı. Ondan bundan öğrenmişti okuma yazmayı. Bu yüzden harfi harfe, heceyi heceye tam çatamazdı. Bulup buluşturduğu dua, masal ve öykü kitaplarını uzun kış gecelerinde gaz lambasının ışığında yüksek sesle heceleye heceleye okurdu.

- Ah, ah güzel gözlerim görmüyor, gelin hele bakın şuna, derdi.

O hecelerken ben de hecelerdim herhalde ki daha beş yaşında söküvermiştim okuma yazmayı.

Okul yıllarım başlayınca "göz bahanesi" daha da sıklaşmıştı.

- Gel oğul, oku da anneceğin öğrensin. Cahillik kötü. Bana bunu okunsan bak sana ne vereceğim!

Gittiği bir konuklukta kendisine sunulan bir beyaz halkalı şekeri veya lokumu yemeyip bu oyunlar için alıp getirdiğini bilirdim.

"Tamam öyleyse. Bunu okuyacağım. Gece evimize girmesin diye akrep ve yılan dualarını öğreneceğim."

"Meleklerin, evimizi kötülüklerden koruması için yatağa yatınca dualarımı okuyacağım. Ama sen de bana masal anlatacaksın."

Masallar anlatırdı annem. O an uyduruverirdi birçoklarını. Hansel ve Gretel onun diline "Tan Tan Kabecik" olup nerden düşmüştü, hâlâ çözebilmiş değilim"

Kızım dedi gelinlerine. Kimselerle kıyaslamadı onları. Dökme sularla yetiştirdiği sebzeleri "Ona çok verdi, bana az demesinler" diye kendi elleriyle vermedi:

"Girin, bahçeye, ihtiyacınız neyse alın!" derdi onlara.

"Ne bir lokmasını yedi devletin, ne yaşlılık maaşı istedi, ne oyunu sattı bir torba kömüre, bir kilo toz şekere."

Her gece altmış dokuz yıl hiç küsmediği, küstürmediği; ağır söz duymadığı, söylemediği soluk yoldaşıyla helalleşip yatan annem, eşini kaybedince birden kanadı kırık kuşa dönmüş; nice yıkıma acıya direnen beyni ve kalbi derinden sarsılmıştı.

Canım annem sana, bugün senin günün diyebilseydim;  "Ben de ötekiler gibi sadece anneliğimin gereğini yaptım. Her anne, en az benim kadar annedir." derdin biliyorum.

Sen, bana bu dünyaya bir canlı sunan tüm annelere saygıda kusur eylememeyi yarım asır önce öğretmiştin. Sonsuzluğa göçüşünün üstünden 10 yıl geçti. Değişmeyen ve değişmeyecek tek gerçek;

Sen,

Düşünen beynim, duyumsayan kalbim,

çizdiğim hayat yolum, beni var edensin.

.

YAZARIN DİĞER YAZILARI