ÇOKSESLİ MÜZİK VE DEMOKRAT OLMAK

      Kimi eserler vardır, yıllar sonra da neredeyse her sayfasını tek tek anımsarsınız.  Azra Erhat'ın  İşte İnsan- Ecce Homo'su benim için bu türden eserlerdir.

      "Kim ermişse yüce mutluluğuna

       Bir dost ile dost olmanın"

      Azra Erhat'ın kitabı Schiller'in bu dizeleriyle başlar. Bu dizeler beni bir anda Gönen İlköğretmen Okulu yıllarıma götürür. Piyanoda belki İsmet Çetin belki Seyfullah Yılmaz, belki Seniha Hanım vardır. Onlardan biri çalar, biz köy çocukları söyleriz:

       Medeniyet insanlığa güneş gibi nur saçar

       Bilgimizin ışıkları karanlıkta yol açar

       Bu yol bizi kardeşliğe doğruluğa götürecek

       Gözyaşları silinecek hayat neşe verecek

     Bu, Beethoven'in 9. Senfonisi'nden bir şarkıdır. Sonra Mozart  gelir, Bach, Vivaldi, Chopin. uzar gider bu liste.

     D-Marin Turgutreis 7. Uluslararası Klasik Müzik Festivali'nin açılış konserini izlerken, bana bu müziği dinlemeyi, anlamayı öğreten öğretmenlerimi bir kez daha minnet duygularımla andım.

       Açılış konserinin yıldızı kuşkusuz çellist Mischa Maisky'ydi. Maisky tam bir dünya adamı. Letonya'da doğmuş, Rusya'da yetişmiş, İsrail'de olgunlaşmış, şimdi Brüksel'de yaşıyor. Onu dinlerken farklı kültürlerden beslenebilen sanatçıların algılama ve yorumlamaları daha derin ve etkileyici olduğunu bir kez daha anlıyorum.

    Onun "Yeryüzünün en mükemmel enstrümanı insan sesidir. Ondan sonra çellonun geldiğine inanılır." sözünün doğru olabileceğine onu dinlemeden pek de inanmazdım. Bence her sazın, usta elinde, ruhumuzun derinlerine yolculuk yapabilecek niteliği var. İkinci gün Julian Rachlin'in kemanıyla bunu doğrular gibiydi.  

      Bir senfoni orkestrası, bana yaşamın birçok girdisi çıktısının örneğini sunabiliyor.

  Moskova Tchaikovsky  Senfoni Orkestrası'nın Şefi  Vladimir Fedoseyev, güler yüzlü, ufak tefek ihtiyar bir adam gibi geliyor sahneye. Ama sahnede büyüyor, büyüyor, bir dev gibi ayrılıyor sahneden. Baton değil elindeki, sihirli bir değnek. Onun her deviniminde onlarca saz, yüzlerce notayı cem ettikçe uçup gidiyoruz ezgiler eşliğinde. Bazen bakışıyla yanı başımızdaki teknelere "Ne duruyorsunuz, haydi, sularla dans edin!" diyor.  Bazen bir yay gibi geriliyor bedeni; bir dalga sırtında kayan bir kayıktayız. Ve hiç ummadığımız bir yerde fırtına duruyor: Asude bir bükte demirlemişiz. Öyle ya, ay ilk dördün. Yıldızlar hala çok yakında.  Bodrum,  Çaykovski'nin "Beyaz Geceleri"ni selamlıyor.

       Dünyanın en demokrat şefleri, orkestra şefleri olmalı, diye geçiriyorum içimden. Aynı anda onca farklı sesi duyabilmek, bu farklılıklardan uyumlu bir birlik yaratabilmek. Demokratım diyebilmenin vazgeçilmez koşulu, "farklılıkların birliği"ne saygı değil mi?

      Biz, niye demokrasi gibi insanoğlunun en insancıl yönetim biçimini ters yüz etmekte mahiriz, diye soruyorum kendime.

        Galiba, iki üç şarkı söyleyenin kendini assolist olarak hayal ettiği; ama üç kişi bir araya gelip bir türküyü bile birlikte söyleyemediği toplumda, birilerinin tek başına, "Beraber yürüdük biz bu yollardaaa.." diye şarkı çığırması, ne onu ne de dinleyenlerini demokrat  yapar, görüşü yabana atılası değil.

        Arp sazların bilgesidir. Bir sahnede en arkada dursa da ilk göze çarpan odur. Konser süresince ikide bir ezgilere karışmaz. Ancak her ezgisi esere renk katar.

     Kimileri Çembalo gibi, aslını anımsatır kimi sazların. Kimileri iddiasız; ama içten yerel ezgilerin sazıdır. Kimilerinin adını pek çok şef bile bilmez. Onlar, konser boyunca tek notaya hayat verebilmek için sabırla bekler. O notayı onlardan duydunuz an, eserin büyüsü daha da sarar sizi.   Onların her biri, toplumların gözden ırak kahramanlarına nasıl da benzerler, değil mi? 

      Orkestra şefleri gibi toplumları yönetenler de yanı başlarındakiler kadar, uzaklarda sabırla bekleyen o farklı, iddiasız; ama demokrasiye renk katan o değerlere de kulak verebilmeli.

     Mischa Maisky, tam da yazın en tenha gecesinde dolaşırken, kulağıma çıkarma yapıyor bencil, saldırgan, otokrat  dump dump du dum sesi. Ardı arkası kesilmek bilmiyor. Hay Allah, böylesine güzel bir yaz gecesini işgale ne hakkı var başkalarının. Ne denli duymamaya çalışsam da olmuyor. Bodrum, çokkültürlü  (mültikültürel) bir şehir. Kimse kimsenin inanma, düşünme ve eğlenme hakkını gasp etmemeli. 

    Demokrasi, yalnız güçlünün yeri göğü inlettiği bir rejim değil, herkesin kendisini güvenle ifade edebildiği bir rejimdir. Bunu en güçlüler de kabul etmeli.

     Bu yıl, festival "Mevsimler "le başladı, ikinci gün mevsimlerle devam etti. İlk gün Çaykovsky'nin Nisan- Haziran- Aralık'ını, ikinci gün Vivaldi'nin Mevsimler konçertosunu  ve Astor Piazzola'nın Buenos Aires'te Dört Mevsim'ini dinledim. Üç farklı ulustan bestecinin bir temayı nasıl yorumladığını sorgularken konser alanının hemen sağındaki dev posterinden bizi izleyen Atatürk'le göz göze geldim. Onun;

      "Ulusal; ince duyguları, düşünceleri anlatan; yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce, modern müzik kurallarına göre işlemek gerekir. Ancak bu düzeyde Türk ulusal müziği yükselip, evrensel müzikte yerini alabilir." sözlerini kavramaya çalıştım.

      O, bir başka konuşmasında,  " Hayatta müzik lazım değildir. Çünkü hayat müziktir. Müzik ile ilgisi olmayan varlıklar insan değildirler. Eğer söz konusu olan hayat, insan hayatı ise müzik mutlaka vardır." diyordu.

     Kanımca, insan uygarlığının, gelişmesinde müziğin, demokrasinin gelişmesinde de çok sesli müziğin önemini yeniden yeniden değerlendirmek gerek.

YAZARIN DİĞER YAZILARI