KÖYCEĞİZ' den AĞRI DAĞI'na DOĞU TURU-2

                Değerli okuyucular, Fırat'ın doğduğu bu topraklarda, MUNZUR BABA' nın mekânında yeterince çevreyi gezip fotoğraflayıp o buz gibi sularından bol bol içip nemalandıktan sonra zorunlu olarak dönüşe geçiyoruz.  Artık MUNZUR BABA ve o bereketli topraklar geride kalmıştır. Şimdi de doğuya doğru o upuzun MUNZUR VADİSİ' nin albenisine kapılmış gidiyoruz. Ovacık ilçesine doğru ilerlerken yol kıyılarındaki evlerin çatıları ilgimizi çekiyor: Şimdiye kadar Türkiye'nin hiçbir yerinde görmediğimiz mavi çatılı binaları geçiyoruz. Sonunda Anadolu'nun hemen her yerinde olduğu gibi bir ilçenin çarşısından geçiyor ve vadide yol alıyoruz. Sol yanımızda sürekli dik yalıyarlar ve dağlar bizi izlerken sağ yanımızda da sürekli takip ettiğimiz MUNZUR ÇAYI, çevresini yeşile boğarak vadi boyunca devam ediyor. Ancak sağımızdaki dik ve yüksek yarlar/yamaçlar yöreye has ağaçlarla/ormanlarla öylesine sık dokunmuş ve örülmüş ki bir ara Karadeniz'de yol aldığımız duygusuna kapılıyoruz. En önde oturduğumuz için hiçbir görüntüyü kaçırmıyoruz. Görebildiğimiz/yakalayabildiğimiz her anı makinamıza hapsediyoruz. Gezi sonunda eve gelip fotoğrafları bilgisayarımıza aktardığımızda 1070'in üzerinde fotoğraf çektiğimi görüyorum. Bir o kadar da Hanım çekmiştir. Henüz onları saymadık. MUNZUR suyunu izleyerek TUNCELİ' ye geldiğimizde akşam karanlığı bastırmıştır. Sonradan bir Milletvekilinin olduğunu öğrendiğimiz ŞAROĞLU OTELE' iniyoruz. Bavullarımızı odalarımıza taşır/taşımaz aşağıda çay kenarındaki restoranda akşam yemeği için iniyoruz. Akşam karanlığında, Munzur suyu kıyısında, müzik eşliğinde akşam yemeğinden sonra yeniden odalarımıza çıkıyor ve dinlenmeye çekiliyoruz.

"DERSİM DÖRT DAĞ İÇİNDE/GÜLÜ BARDAĞ İÇİNDE/DERSİM'İ HAK SAKLASIN/BİR YÂRİM VAR İÇİNDE" Bu parçanın öyküsünü bilen biliyor. Bilmeyen de biraz araştırsın. Sabahın altısında uyanınca her yerde olduğu gibi makinemi alıp sokaklara çıkıyorum. Aman Allah'ım o da ne? Kangal mıdır, mangal mıdır aygır gibi köpekler sokakları doldurmuşlar, bir anda çevremi sarıyorlar. Kimisi omzuma, kimisi göğsüme tırmanıyor, ellerimi yalayıp ısırıyormuş gibi yılışıyorlar.  Allahtan kötü niyetli değiller. "Tamam, tamam, aslansınız, kaplansınız!" diyerek onlara anlayışlı davranmaya çalışıyorum. Şükür ki onlar da bana fazla yılışmayıp sonunda kendi aralarında hırlaşarak sokaklara dalıyorlar. 07.00'dan sonra hemen her otelde olduğu gibi 8. Kat terasında enfes manzaralar eşliğinde mükemmel bir sabah kahvaltısından sonra Bingöl dağlarına doğru yollara düşüyoruz. Uçsuz bucaksız Anadolu yollarında otobüsümüz adeta uçuyor. Sonunda SOLHAN sınırlarında ilerliyoruz. Derken yol kıyısında bir şehitlik karşımıza çıkıyor. Hemen otobüsü durdurup iniyoruz.  33 Erin şehit edildiği yer. Önde/ortada büyük bir anıt. Yerlerde çepeçevre şehit erlerin adlarına açılmış mezar taşları, tek tek isimlerine bakıyoruz Muğla'da bir isim var mı? Diye. Göremiyoruz. Ama nedense şehitlerin çoğu KONYA' lı. Hüznümüzü içimize atarak yola devam ediyoruz. Hemen her ilin, ilçenin girişinde polisçe durdurulup kontrolden geçiyoruz. Yol kenarındaki tepelerde sürekli KALE/KOL' lar var. Mehmetçik her an görevde ve yoldan geçene bir zeval gelmesin diye gece/gündüz nöbette. YÜZEN ADALAR yoluna geliyor ve yoldan saparak oraya giriyoruz. İki/üç km. sonra üç/beş evden oluşan köyün ordayız. Aracımızdan inerek Adalara doğru yürüyoruz. Adaların çevresi tel örgü ile çevrili. İçeriye girip fotoğraf çekmek ve adalara çıkmak kişi başı 5 lira. Liseye yeni başlayan İsmail' in refakatinde içeriye giriyor ve bu ilginç adalar arasında dolaşıp fotoğraflar çekiliyoruz. Dönüşte kafeteryada oturup çay/kahve molası veriyor ve hemen dönüşe geçiyoruz. Sonunda git git bitmez Muş Ovasına iniyoruz. Bitlis' te kaldığım beş yıl boyunca Muş Ovasını bu kadar ayrıntılı görmemiştim. Ya uyumuştum, ya da arkalarda bir yerdeydim ve sağımı/solumu görememiştim. Bu sonsuz ovalarda küçükbaş ve büyükbaş hayvan sürüleri otluyordu. Fırat'ın bir kolu olan MURAT nehrini de ilk kez fark ettim. Sonunda MUŞ merkeze inerek bir lokantaya konuşlandık. Yemeğimizi yedikten sonra yola devam ediyor ve TATVAN/BİTLİS yol ayrımına geliyoruz. Benim yıllarca yaptığım yolculuklarda olduğu gibi sağa Bitlis yönüne değil, bu kez sola sapıyor ve Tatvan' a doğru yol alıyoruz. Daha ilçe girişinde bir benzinlikte durarak otobüsten iniyor ve minibüslere doluşmaya başlıyoruz. "Hayırdır, nereye? " sorumuza "Nemrut Krater Gölü'ne!" cevabını alıyoruz.  "Bu saatte mi? Ben yarın gideceğimizi sanıyordum!" Bizi dinleyen yok. Bundan 35 sene evvel Bitlis'te çalışırken biz, bir grup arkadaşla Krater Çanağına çıkmıştık ve akşama kadar kalmış; soğuk gölü, sıcak gölü, buz mağaralarını, buhar çıkan yerleri hep gezip görmüştük. Hatta gölün o buz gibi suyunda da yüzmüştük. Şimdi fark ediyorum ki, biz Kratere TATVAN yönünden tırmanıyoruz. Oysa biz her nedense Ahlat yönünden çıkmıştık. O zamanlar yollar toz/toprak ve ilkeldi. Şimdi ise belli bir noktaya kadar asfalt yapılmış, sonrasına da taş döşenmiş. Takır/tukur sırta çıktığımızda kaptandan rica ediyorum; "Şurada bir/iki dakika dur da şu grubu çekeyim!" Kaptan duraklıyor.  İniyorum, güneş tam da batmak üzere. Öyle bir gün batımı ki, elvan elvan renklerle görmeye değer. Birkaç poz gün batımını ve krater çanağını çekmeye çalışıyorum. Yola devam ettiğimizde iniş o kadar dönemeçli ve dik ki hemen inilemiyor, azından 10/15 dakika sürüyor ve ne yazık ki biz tabana ininceye kadar karanlık oluyor. Bir fotoğrafçı olarak kendi kendimi yiyor, tur sahibine sitemimi, öfkemi iletiyorum. Ama yapacak bir şey yok. NEMRUT KRATER GÖLÜ levhalarının önünde fotoğraflar çekilerek dönüyoruz. Çünkü artık çevremizi göremiyoruz. Oysa krater çanağının çevresindeki dağlarla birlikte gölün ne doyumsuz manzaraları vardı. Gerçi ben önce geldiğimde her ne kadar manuel bir makine olsa da güzel fotoğraflar çekmiştim. Ama ben şimdi okuyucularıma krater gölünü nasıl anlatacağım?  Karanlıkta dönüyor ve TATVAN' daki otelimize iniyoruz. Her yerde olduğu gibi odalarımıza yerleştikten sonra çatı katına çıkıyor ve yemeğimizi VAN GÖLÜ ve TATVAN ilçesinin ışıltıları eşliğinde yiyoruz. Çıkanlar olsa da biz çarşıya çıkmıyor, şehre inmiyoruz. Dinlenmeye çekiliyoruz.  Sabah yine her zaman olduğu gibi erkenden uyanıp makinamı alarak aşağıya iniyorum. Sokaklar oldukça sakin, ancak otelin önünde bir polis aracı duruyor, polisler de teçhizatlı ayakta. Ben pek dikkat etmesem de Hanımın dikkatini çekiyor ve silahlı korumaları fark ediyor. Otel görevlilerine sordu ise de renk vermiyorlar. Korumalardan birine sorduğunda lobide oturanlardan birinin Milletvekili olduğunu söylüyorlar.  Hanım hemen yanına giderek kendisini tanıtıp Muğla'dan turla geldiğini, birlikte fotoğraf çekilmek istediğini söylüyor. Vekil, "Hay hay!" Diyor. Hanım bana gelerek durumu anlattı, yanına gidip tanıştık. Bitlis'te beş yıl görev yaptığımı söyledim. O, kendisinin de öğretmen olduğunu ve 32 yıl görev yaptığını belirtti. Meğer Vekil, kaldığımız TAŞAR OTEL' in sahibi CEMAL TAŞAR imiş. Bu arada Vekile bir de kitabımızı imzalıyoruz.  Bu ara saat de 08.30 olmuştur otobüsümüze doluşarak AHLAT yönünde ilerlemeye başlıyoruz.  Hemen de önceden haberleştiğimiz Belediye Başkanı A. Mümtaz ÇOBAN' ı arayarak Ahlat' a doğru yola çıktığımızı söylüyoruz. Başkan ÇOBAN, CİTTASLOW nedeniyle Köyceğiz'e geldiğinde tanışmış ve evimize çağırmıştık. Eşiyle evimize gelmiş ve birer çay/kahvemiz nasip olmuştu. Biz Ahlat' ta Selçuklu Mezarlığı önüne gelip de rehberimiz mezarlığı anlatmaya başladığında Başkan Mümtaz ÇOBAN, koruması ve aracıyla hemen yanımızda bitiverdi. Arkadaşlara kısaca kendisini tanıttıktan sonra Başkan, hemen rehberliği kendisi alarak konuya giriyor ve anlatmaya başlıyor. Çünkü kendisi de bu işlerin uzmanıdır. 20 yıl Kırgızistan'da kalmış, orada üniversitelerde öğretim üyeliği yapmıştır. Neredeyse bir saate yakın bir kapıdan diğer kapıya yürüyerek bize İslam gömü kültürünü ve mezarlığın geçmişini ve bu gününü anlattı anlattı.  Sonunda toplu fotoğraflar çekilerek şu anda bir başka toplantısı olduğunu söyleyerek yanımızdan ayrıldı.  Ayrılırken de Ahlat çıkışında MİLLET BAHÇESİ olduğunu, orada bize birer çay ikram edebileceğini söyledi. Biz grup olarak topluca mezarlık çıkışındaki MÜZE' yi de gezip fotoğrafladıktan sonra TATVAN yönünde ilerlemeye başladık.  Az sonra da sağda yol kıyısında yemyeşil ağaçlar, çimenler içinde onlarca çadırdan oluşan bir alanda ortadaki büyük çadıra doğru ilerledik.  Çadır o kadar büyüktü ki, görevliye "Burası Bey Çadırı mı?" diye sorma gafletinde bulunduk.  O da gayet mütevazi "Burası HAN ÇADIRI' dır" Dedi. Ayakkabılarımızı çıkararak içeriye giriyoruz.  İçerisi halı/kilim döşeliydi.  Diplerde çepeçevre oturma yerleri düzenlenmişti, tam karşıda bir kapı ve mutfak bölümü yer alıyordu. Herkes çadıra girip de çepeçevre yerini aldıktan sonra 45 kişi neredeyse birbirimizi kaybettik.  Bir yandan çaylar servis edilirken bir yandan fotoğraflar çekiliyor, sohbetler koyulaşıyordu.  Biraz sonra Başkan ÇOBAN, yanında beyaz saçlı, yaşlıca bir bey ve onun yanında da omuzlarında sazları ve müzik aletleriyle genç erkek ve kızları ile çıkageldiler.  Başkanın konukları; Kırgız Üniversitesi Rektörü ve müzisyen gençler imiş. Biraz hoş/beş ve hediyeleri KALPAK GİYDİRME töreninden sonra gençler özgün sazlarıyla özgün KIRGIZ müzikleri örnekleri sundular.  İçeride ve dışarıda toplu fotoğraflardan sonra Başkan ve konuklarına veda ederek Ahlat' tan ayrılıyoruz.  SÜRECEK.

YAZARIN DİĞER YAZILARI