ORMANLARIN GÜMBÜRTÜSÜ BAŞIMA VURDU, NAZlI YÂRİN (KENDİSİ YANIMDA DURDU).

ORMANLARIN  GÜMBÜRTÜSÜ BAŞIMA VURDU,

NAZlI YÂRİN (KENDİSİ YANIMDA DURDU).

       Değerli okurlar, üç haftadır EFES, EFES, EFES dedik sizleri tarihi alanlarda taşa, toprağa, antik kalıntılara boğduk. Şimdi de biraz NEFES diyelim ve sizleri yemyeşil ormanlara, serin dağlara, yaylalara götürelim istedik. Köyceğiz' in meşhur sıcakları artık çekilmez olunca Cuma günü erkenden hazırlığımızı yapıp eşyamızı aracımıza yükleyerek "haydi gidelim" eyledik ve asfalttan 25 km. sonra GÖKÇE OVACIK GÖLETİ' ne ulaşıverdik. Önceden gittiğimizde yolun asfaltlı kısmından yukarısı taşlı, topraklı, çakıllı diye gitmeye çekiniyorduk. Önümüzdeki günlerde tamamı asfalt yapılacağı için greyderler geçip molozlarını bir nebze düzeltmişler, bazı yerlere de kum dökerek yolu daha çekilir/geçilir hale getirmişler. Hafta içinde gittiğimiz için göletin çevresi fazla kalabalık değildi. Sosyal mesafe kuralına uyulmuş ve çadırlar arasına 50'şer, 100' er metre aralık bırakılmıştı. Öncelikle tuvaletlerin yapıldığını ve suyun getirilip belli yerlere çeşmeler yapıldığını gördük. Çevreden sürekli kesim motorlarının homurtularını duyuyorduk. Arada bir de kökünden kesildikten sonra büyük bir ahh! çekip çatırdayarak yerlere devrilen çamların gürültüsü. Öncelikle seyyar masa ve sandalyelerimizi kurup kahvaltımızı yaptık. Çadırımızı da kurduktan sonra Hanım sandalyesine kurulup kitabını okumaya başlayınca ben de her zaman olduğu gibi fotoğraf makinamı alarak çevrede görüntü avına çıktım. Öncelikle sol yanda suyun geldiği yere doğru ilerledim. Orada köylü işçilerden Kazım BULUT ile karşılaştım. Onunla biraz lafladıktan sonra çevrede yürümeye devam ettim. Çevredeki yemyeşil ormanların görüntüsü insanı mest ediyordu. Hele de bu yaylaların çelik gibi havası kendisine getiriyor ve huzur veriyordu. Göletin suyu azalmış da olsa yine çevre güzelliğini her zamanki gibi tamamlıyordu. Akşama doğru da Hanımla birlikte "acaba telefonumuz çeker mi" diye girişteki üç yol ağzına doğru yükseldik. Orada da Ağla Köylü işçilerden Osman DURAN,  Tezcan ÇELİK ve bir genç çalışıyordu. Onlarla üç-beş cümle lafladık. Ağacın metre küpünü ana yola uzaklığına göre 70-80-90-100 tl. arasında kesip yola getiriyorlarmış. En uzak mesafe en pahalı, en yakın mesafe ise işçiliği az olduğu için en ucuz imiş. Benim gençliğim Marçalı Dağlarında ormanda çalışmakla geçmişti. Biz kolastar denilen el bıçkısıyla başlamıştık bu işlere. 70' li yıllardan sonra kesim motorları çıktı da biraz rahatlamıştık. Bunda da motorlara alışıncaya kadar pek çok kişi elini, kolunu, bacağını kestirmişti. Şimdi ise 25-30-35 metrelik kocaman ağaçları kökünden kesip devirdikten sonra traktör motorlarının arkasına taktıkları gibi sürükleyerek yol kıyısına indiriyorlar ve orada ölçüp, kesip soyarak tomruk haline getiriyorlar. Bir kolaylık daha çıkmış; kütüklerin kabuklarını artık yalnızca baltayla değil, yeni türeyen soyma makinalarıyla zırpadanak soyuveriyorlar. Tabi ki bu yeni alet herkeste yok. Eski usul baltalar yine revaçta. Sohbetimizi yapıp fotoğraflarımızı çektikten sonra çadırımıza dönüyoruz. Bakıyoruz ki göletin çevresindeki piknik yerlerinde adım başı ocaklar var. Hepsinde de ateşler yakılmış. Sağımıza solumuza bakıp yaylacıların akşam için daldır/köktür kuru odun topladıklarını görünce biz de bulabildiğimiz kuru dallardan kucak kucak getirip akşam hazırlığımızı yapıyoruz. Hiçbir yerde "ATEŞ YAKMAK YASAK!" gibi bir levha göremiyoruz. Hiçbir görevli de dolaşıp uyarmıyor. Akşam olup karanlık bastığında yanımızda, yöremizde, karşımızda ateşler parlamaya başlıyor. Ayaz da bastırmış ki üç kat tişörtten sonra bir de mont giymişiz ama hala üşüyoruz. Sonunda ateşi biz de parlatıyoruz. Gecenin saat 10' u olduğunda "SİNİ SİNİ BİR AY DOĞYUOR İLK AKŞAMDAN, GECEDEN!" misali Çamların arasından yeni doğmakta olan ay öyle güzel görünüyor ki manzarasına doyum olmuyor. Biraz önceki iri iri ve daha parlak olan yıldızlar, ay doğunca biraz geri plana çekiliyorlar. Yan taraftaki çadırda kalan komşulardan güm güm silah sesleri gelince Hanım, tedirgin oluyor. Bir değil, iki değil silah patlamaya devam ediyor. Sonunda yatma vaktinin geldiğini düşünüp çadırımıza çekiliyoruz. Sabaha doğru uyandığımda ay ışığında ALTIN SİVRİSİ' nin yamaçlarına doğru yürüyerek akşamdan gördüğüm kuru dalları sürüyüp getiriyorum. Ben gelinceye kadar ortalık aydınlanmış, hanım da uyanmış oluyor. Ateşimizi yeniden parlatıyor ve çevresinde konuşlanıyoruz. Bir yandan ısınırken bir yandan da çayımızı demliyor, ekmeğimizi ve patates cipsimizi kızartıyoruz.  Enfes bir göl manzarasında, çelik gibi bir havada kahvaltımızı yapıyoruz. Biz, "Levha yok, herhangi bir uyaran görevli yok!" dedik. Ama geceleri gökyüzünde sessizce dolaşan ışıklı araçlar dikkatimizi çekti. Bunlar anlaşılan bu güzelim ormanları gözetleyen dronlardı. Ayrıca çevrede sürekli görüntü alan fotokapanlar da olmalıydı. Yoksa bu güzelim ormanlar öyle başıboş bırakılamazdı. Tabi ki çevredeki tepelerde YANGIN GÖZETLEME KULELERİ de 7/24 görev başındaydılar. Yıllardan beri gezdiğimiz yerlerde gördüğümüz bütün yangın kulelerine çıkmış ve oradaki görevlilerle görüşüp görüntüler almışızdır. Bu gün de(Cumartesi) kahvaltıdan sonra Hanımla suyun geldiği KAYNARCA' ya doğru yürüdük. Orada Ağla Köylü işçilerin barakaları var. Yaz boyunca işçi aileleri burada kalıyorlar. İlk ulaştığımız baraka ÇİÇEKLER' den bir aileye ait. Her barakanın önünde kaynaktan gelen buz gibi bir su gürül gürül musluksuz akıp duruyor. Her barakanın önündeki ocaklarda ateşler sürekli yanıyor, ayrıca kuzineler de sürekli yanıyor ve üzerlerinde çayları, yemekleri hazırlanıyor. Çalışanlar öğle saatlerinde gelip yemeklerini yiyip çaylarını içerek 2 saat kadar dinlenip tekrar işlerine dönüyorlar. Kahvaltıya gelince "sahilde yaptıklarını"  söyledi Tezcan. Meğer göletin kıyısında sabah 07.30gibi dumanlar tütüyordu. Vardığımız barakada teyze bir yandan kuzinede yemeğini yaparken bir yandan da kışlık tarhanasını hazırlıyordu. Hanımla çabuk kaynaştılar, bize çay/kahve ikramında bulundular. Bir de amca vardı bacak bacak üstüne atmış bu dağlar/taşlar benim! Havasında. Yaşını sordum 70 ile 80 ortalarında bir yerde imiş. "Amca sen gamsız birine benziyorsun, bu dağlarda, bu havada sen yüz yaşını rahat bulursun, bir de şu elindeki (sigara) olmasa!" dedim. "Madenden emekliyim, iki maaşım var, daha da mı çalışayım?! Diyerek durumunu açıkladı. Oradan ayrılıp bir başka aileye uğradık. Orlar da ÇİÇEK' lerdendi. Amca elindeki STHİLL kesim motoruyla koca koca çamları arka arkaya deviriyordu. Çamlar istediği yöne gitmeyecekse halatla bağlayıp traktör motoruyla çekerek istedikleri yere deviriyorlardı. Bu ara çalışanlardan biri de TURİZM Meslek' te Ön büro Konaklama öğretmeni imiş. Çalış hocam, çalış. Ben öğretmenken de çok çalıştım ormanlarda, inşaatlarda. Dönüp tekrar çadırımıza geldiğimizde ortalık biraz daha kalabalıklaşmıştı. Akşama doğru ateşimizi tekrar parlatıp yemekten sonra gecelere kadar ateşin başında oturduk. Yine yıldızlar iri iriydi, yine ay gökyüzünde pırıl pırıldı. Yine ortam buz gibiydi. Çadırımıza çekildik. Gecenin bir yerinde uyku tutmayınca kalkıp ateşe odunlar atarak biraz daha gecenin sessizliğini ve ortamın dinginliğini doyasıya yaşadık. Sabah olduğunda her günkü yaşam sürerken öğleye doğru araçlar akın akın gelip göletin çevresini donatmaya başladılar. Sağımıza solumuza gelenler. Çadırlarını, tentelerini kurmaya başlayanlar oldu. Öğle sonu ise birden alan girişinde davul-zurna sesleri yankılanmaya başlayınca  "acaba biri mi gelecek, açılış falan mı var?"  derken iş anlaşıldı. Bu arkadaşlar, içki içenlerin masalarını dolaşarak onlara çalıyorlar ve karşılığında beş/on kuruş yevmiyelerini doğrultmaya çalışıyorlarmış. Eğlenenleri, oynayanları biz de fotoğraflayıp köşemize çekildik. Ancak akşamüzeri saat 16.00, 17.00 suları gölet çevresini mangal dumanları ve et kokuları sarınca yavaşça çadırımızı toplayıp aracımıza yükleyerek ne yazık ki bu cennet ortamdan ayrıldık. Bir saat sonra Köyceğiz' e indiğimizde Köyceğiz, üç gün önce bıraktığımız Köyceğiz idi. GELECEK GEZİLERDE/YAZILARDA BULUŞMAK UMUDUYLA ESEN KALIN.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI