Yıl 1507, Kasım'ın üçü...
Floransa.Rönesans'ın kalbi. Mermer tozunun havada uçuştuğu, çekiç seslerinin çanlarla yarıştığı, insan aklının Tanrı'nın elleriyle yarıştığını sandığı çağ. Şehrin dar sokaklarında ipek tüccarlarının ayak sesleri yankılanırken, Arno kıyısında bir evin kapısı hafifçe çalındı.
"Maestro Leonardo sizi bekliyor."
O kapıdan içeri, adını tarihin en büyük bilmecesine işleyecek bir kadın girdi: Lisa Gherardini.
İpek tüccarı Francesco del Giocondo'nun zarif eşi.
Kraliçe değildi, sarayların gölgesinden geçmemişti. Bir halk kadınıydı. Floransa'nın gerçek yüzü, evinin anahtarı belinde sallanan, pazar yerinin şarkılarını bilen bir kadın.
Leonardo onu ilk gördüğünde, gözlerinin içinin güldüğünü fark etti. O gülüşte ne taşkın kahkaha, ne de soğuk bir zarafet. İçinde saklı bir hayat vardı.
Doğurmanın acısı, sevmenin huzuru, kaybetme korkusu, bekleyişin sessiz duası.
Leonardo not defterine sadece şu satırları karaladı:
"Gözleri, içindeki dünyayı saklamıyor; gizliyor sadece."
Atölyede tozlu raflar, hayaller kadar ağır duran anatomi çizimleri, deney tüpleri, uçmaya hevesli tahtalar. Ve ortasında, ışığın üzerine değdiği tahta bir panel. Leonardo günlerce, aylarca, yıllarca çalıştı. Çünkü o, portre yapmıyordu; ruhu yakalamaya çalışıyordu.
Lisa gülümserken, Leonardo düşündü.
"Bir yüz, bir hayatı taşıyabilir mi?"
Floransa'nın kapılarında kıskanç prensler, kilise adamları ve tüccarlar güç için boğuşurken, bu atölyede başka bir savaş vardı.
Zamanla yarış.
Leonardo'nun, insanın yüzünden ölümsüzlüğü çekip alma savaşı.
Belki siparişti bu, belki aile mutluluğunu ölümsüzleştirme arzusu. Ama kesin olan bir şey varsa, Leonardo tabloyu hiç teslim etmedi.
Bitmedi dedi, bitmesini istemedi belki. Çünkü bazı portreler tamamlanmaz, onlar yaşar.
Sonra yıllar geçti.
Tablo, Leonardo'yla birlikte Fransa'ya gitti.
Kral saraylarına, devrim çığlıklarına, yangınlara, yağmacı ordulara tanık oldu.
Bir kadın yüzü, yüzyılları sessizlikle geçti.
Gülüşü hiç solmadı.
Bugün Louvre Müzesi'nin camları ardında milyonlarca göz ona bakıyor.
Kimisi "gülüyor" diyor, kimisi "hüzünlü."
Ama aslında o bir soru soruyor gibi.
"Gerçekten görüyor musun beni?"
Mona Lisa'nın hikâyesi budur.
Ne bir kraliçenin taç hikâyesi, ne de mitolojik bir tanrıçanın mucizesi.
Bir kadın vardı, sıradan görünen ama evreni içinde taşıyan.
Bir adam vardı, insan yüzünde tanrısal sırrı arayan.
Ve şimdi dünya, bu ikisinin sessiz anlaşmasına bakıyor.