HASTALIKLARIN KÖKENİ KENT YAŞAMI MI?


 

28 Eylül 2025 günü Cumhuriyet Gazetesi'nin Pazar Ekinin 2.ci sayfasında alt köşede "İnsanlık Halleri" adı altında Alican Elkorek'in yazısı vardı, onu aldım.

Hastalanmak deyince aklımıza virüsler, bakteriler, kötü beslenme gelir. Ya işin aslı daha derinlerdeyse? Bizi hasta eden şey, yaşadığımız kentlerden geliyorsa?

Sabah uyanıp perdeleri açıyorsunuz, kuş seslerinin yanında korna sesleri doluyor kulağınıza. Temiz hava yerine egzoz dolduruyor ciğerlerinizi. Günün ilk saatlerinde doğadan koptuğunuzu fark ediyorsunuz. Belki de sorun burada başlıyor. Çünkü biz, insanlık olarak doğanın bir parçasıyız ama bunu unuttuk.

İstanbul'u, Ankara'yı veya İzmir'i düşünün, göz alabildiğine beton, gökdelenler, asfalt...Toprak neredeyse görünmez olmuş. Oysa insan, milyonlarca yıl boyunca toprakla, ağaçla, suyla iç içe yaşamış. Çıplak ayakla çime basmak yalnızca ruhu değil, bağışıklık sistemini de güçlendiriyor. Kentte ise ayakkabınızın altındaki asfalt sizi dünyadan koparıyor. Doğadan uzaklaştıkça bedenimiz, bağışıklığımız ve psikolojimiz bozuluyor. Teknoloji konfor sağladı ama aynı zamanda kaygı, uykusuzluk, alerji ve kronik hastalıkları da beraberinde getirdi.

Hava kirliliği de öyle. "Biraz duman, hafif egzoz" sorunu değil. Dünya Sağlık Örgütü'ne göre her yıl milyonlarca insan bu yüzden erken ölüyor. Egzoz, fabrika dumanı, inşaat tozu derken ciğerlerimiz temizleyemiyor. Eskiden köylerde insanlar 80 yaşında bile tarlada çalışabiliyordu.  Bugün kentte yaşayan 40 yasındaki biri merdiven çıkarken nefes nefese kalıyor. Çünkü sırf oksijen değil, karbonmonoksit de soluyoruz. En kötüsü bunu doğal karşılıyoruz. Maskesiz dolaşmayı özgürlük sanıyoruz ama ciğerlerimiz görünmez maskelerle kaplı.

Bir de biyolojik saat konusu var. İnsan, güneşle uyanıp güneşle uyumak üzere programlanmış. Neon ışıklar, telefon ekranları, 24 saat açık marketler derken ritmimiz darmadağın oldu.

Sabah uyanamıyor, gece uyuyamıyoruz. Uykusuzluk ise obeziteye, depresyona, kalp hastalıklarına davetiye çıkarıyor. Düşünsenize, yalnızca "ışığı yanlış kullanmak" bile bizi hasta etmeye yetiyor. Güneşin yerine ekran ışığını koyunca önce beynimiz sonra bedenimiz ve ruhumuz dengesini kaybediyor.

Şehir hayatı ciğerimizi değil ruhumuzu da hasta ediyor. Gürültü, kalabalık, trafik...Bunların hepsi kronik stres kaynağı. Stres ise cağımızın en önemli zehiri. Bağışıklığı zayıflatıyor, sindirimi bozuyor, hormonlarımızı alt üst ediyor. Neden bu kadar yorgun, bitkin, agresif hissettiğimizi bazen anlamıyoruz. Belki de yanıt çok basit.  Bedenimiz doğaya dönmek istiyor ama biz onu beton duvarların arasına hapsediyoruz.

Hepimiz köye taşınamayız ama kentte de doğayı geri çağırmak mümkün. Çatı bahçeleri,  toplu bostanlar, parklarda çıplak ayakla yürüyüş, balkonda birkaç saksı fesleğen, evimizi yeşillendirmek...Bunlar sırf estetik değil önleyici tıbbın da geleceği. Temiz havayı aramak, hafta sonları ormana gitmek, güneş doğarken 10 dakika dışarıda bulunmak bile hücrelerimizin dengesini geri getiriyor.

Belki da hastalıklarımızın kökeni genetik ya da mikroplar değil. Belki de asıl neden kendi elimizle yarattığımız kentler. Doğadan kopmanın bedelini kaygı, depresyon, astım, obezite ve tükenmişlikle ödüyoruz. O yüzden soruyu tersine gerekiyor. Aslında bizi hasta eden kent değil, doğasallıksız. İyileşme süreci yeniden toprağa basmakla başlıyor.

YAZARIN DİĞER YAZILARI