KARABAĞLAR YAYLASIYLA İLK TANIŞMA


 

Ben Muğla'yı, Muğlalıyı Muğla Yaylasında tanıdım. Sıkıldığımda bir şeylerden uzaklaşmak istediğimde Muğla Yaylasının davetini duyarım içimde. Beni çağıran sese doğru giderken her mevsim farklı güzelliğe bürünen Muğla Yaylasını kucaklamak için can atarım. Yaylanın "İrim" diye anılan dar yollarında düşüncelerim genişler, büyür, uzar gider geçmişle gelecek arasında.

     Yüksek duvarları gizlercesine sarkan böğürtlenler, yaban gülleri, ağaçlara dostça sarılmış sarmaşıklar doğa kardeşliğinin en güzel örneğini sergiliyor. Bu güzel yaylaya her gelişimde koca çınarların gölgesinde dinlenirken onların bize doğru sarkan yaprak ellerinden öpmek istemişimdir hep. Onlar, yaylanın yıllardır dimdik ayakta duran gün görmüş dedeleri gibidirler. Onlara "Ulu Çınar" diye seslenirseniz size cevap veremezler. Çünkü onlar; çok özel, Muğla'ya özel adlarıyla tanınırlar. "Goca Gavak" Bu özel isim sadece Muğla'da koca çınarları akla getirir, onların gölgesindeki doyulmaz dost sohbetlerini ve sohbetlerin yapıldığı sayısız kahveleri. Her kahvenin ise bir su kuyusu bir de tandır kuyusu vazgeçilmez parçalarıdır.

    Yaylanın girişinde ilk olarak bizi "Allan Kavağı" karşılıyor. İçi oyuk bu yaşlı koca çınarın gölgesinden yararlanılmıyor ve gölgesinde dost sohbetleri yapılmamış ne yazık ki. Onunla ilgili ürkütücü hikayeler anlatılıyor. "Şeytanlı" diye anılan yaşlı koca kavak sanki yalnızlığa terk edilişinden içi oyulmuş gibi bir garip duruyor. Allan Kavağından sonra; Gökkıble, Bakkallar, Hacı Ahmet, Narlı, Tozlu, Kadı Kahvesi, Kır Kahvesi, Elmalı, Ayvalı, Süpüroğlu, Keyfoturağı, Şeref, Vakıf, Berberler, gibi ilginç isimlerle anılan kahvelere uğruyoruz. Kahveler...kahveler...sayısız kahveler...

     Yıllar önce Muğlalının, nisan ayından kasım ayına kadar günlerini yaylada geçirdiğini öğrendikten sonra sayısız kahvelerin doğuşunun doğal olduğunu düşünüyorum. Bu kahvelerden geçerken yayla insanını sık sık bir araya getiren pehlivan güreşlerindeki tatlı rekabetin heyecanını yüreğimde hissederken, tandır kuyusundan çıkan nar gibi kızarmış eti yemek için sabırsızlanan insanların seslerini duyar gibi olurum.

Yolumuza devam ederken eski, açık bir kapı dikkatimizi çekiyor. Hiç düşünmeden giriyoruz. İçeriye girer girmez bir ferahlık, bir serinlik çarpıyor yüzümüze. Yaşlı ama gülen, mutlu bir yüz karşılıyor bizi. Sanki çok önceden tanışıyor gibiyiz. "Köşke geçin, buyrun!" diyor bize.  Misafirperverliğin en güzel örneğini bu küçük yayla evinin küçücük köşkünde gördüm. Sonradan ismini öğrendiğim yaşlı yayla sahibi Feriştah nineyle derin sohbetlere daldık. Sabahları yayla evleri arasındaki gezmelerde yapılan "çırpı" kahvesinin tadını hiçbir yerde bulamadığını anlatırken Feriştah ninenin gözlerinin uzaklara dalışını fark ettim. Yaylaya göçmeden önce mart ayı sonlarında komşularıyla birlikte bülbüllerin ötüşünü dinlemek için özel olarak yaylaya gelişlerini anlatırken Feriştah ninenin gözlerinin ışıltısını fark ettim. Çocuklarının ceviz ağacının dallarında oynayışlarından bahsederken yaşlı ceviz ağacına bakışında Feriştah ninenin gözlerinin buğusunu fark ettim.

     Ben Muğla'yı, Muğla Yaylasını, Muğlalıyı seviyorum. Eksilmeyen değerlere sahip Feriştah ninelerin hayranıyım. Eskileri yad ederken gözlerdeki özlemlerin tutkunuyum.

     Muğla yaylasını ben gördüm. Benim çocuklarım da gördü. Onların çocuklarına Muğla yaylasını Babil'in Asma Bahçeleri gibi anlatılan ve yazılanlarla tanıtmamak en büyük dileğim.

 

   MEVSİMLERDEN SONBAHAR

               

    Kesik toprağından yapılmış yüksek duvarlarının kuytu köşelerinden fışkıran güz çiğdemleriyle karşıladın beni. Sonbaharın tatlı serinliği vurdu yüzüme. Dal dal kızılcıkların ateş kırmızısı içimi ısıttı. Ayağımın altında ezilen  sarı kırmızı yaprakların hışırtısı, değişeceğinin, başkalaşacağının müjdesini verdi. Güneşi kıskanıyordun. Oysa yaprakların aralığından ara sıra yüzünü gösteren güneşle farkettim güzelliğini. Geçtiğim yolların iki yanında yükselen ağaçlar ve onlara sarmalanmış sarmaşıklarla sözleşmiştin sanki. Ben gelmeden önce yağmura yıkattığın böğürtlenlerin tadına bakmam için nasıl da ısrarcıydın. O gün, o gün yemin etmiştik tekrar buluşacağımıza.

 

İŞTE YİNE SENİNLEYİM

 

 Seninle olmak bir vazgeçilmezlikti, biliyorum. Özlemiştim seni, iğde kokularını, koca çınarların yapraklarının saçlarımda gezinişini, bülbüllerin ahenkli ötüşünü, hepsini ama hepsini özlemiştim. Davetin, seslenişin çınladı kulaklarımda. Koşa koşa geldim yine sana.

İşte eski bir kapı, üstelik açık. Sen açtın biliyorum. Feriştah nineyle tanışmamı sen istedin. Yüzündeki, yılların derin çizgilerini sen gösterdin. Sana duyduğu vefayı sen öğrettin.

O gün onun misafiriydim. Sen de haberliydin. Zaman durdu. Gün batmamaya yeminliydi sanki. Konuştukça konuştu, anlattıkça coştu Feriştah nine. Anılarında yaşattın, yaşadı. Uzaklara daldı gözleri, sustu uzunca bir süre, konuşmadı. Hışımla yerinden kalktı.

"Hani nerede pehlivan güreşlerine sevdalı delikanlılar, ceviz ağacının dallarında sallanan güler yüzlü çocuklar, tütün dizen al yanaklı gelinler, kuyulardan su çeken servi boylu kızlar? Nerede, nerede?" diye sordu Feriştah nine.

Ardından ben başladım sana olan tutkumu, özlemimi anlatmaya. Ben anlattıkça o ağlıyordu. Sevinç gözyaşlarıydı biliyorum.

Buğulu gözlerinden sessizce süzülen gözyaşlarını sildi, kurumuş, buruşmuş nasırlı elleriyle. Yığdı çırpıları, yığdı olabildiğince. "Yeter, yeter!" dedimse de duymuyordu artık. Ateşledi, savurdu dumanını. "Ben varım, biz varız!" diye haber saldı dört bir yana. Sürdü dibek kahvesini çırpı ateşine. Yudumladı, yudumladık.

   Ne zaman Karabağlar Yaylasına gitsem, bacası tüten bir evin önünden geçerken; "Ben varım, biz varız." Sesleri çınlar kulaklarımda.

                                             Münevver Ongun

YAZARIN DİĞER YAZILARI