DARÜLACEZE, DARÜLBEDAYİ, DARÜLEYTAN, DARÜLFÜNUN, DARÜŞŞİFA ?..

    DARÜLACEZE, DARÜLBEDAYİ, DARÜLEYTAN, DARÜLFÜNUN, DARÜŞŞİFA ?..

Hepsi de dilimizden düşmeyen bu sözcükler de bize Osmanlı döneminde Arapça'dan gelme sözcüklerdir!.. Bunlar, ara-sıra aşka gelen Padişahlarımızın halk adına yaptıkları güzel şeylerden bazılarıdır...

Örneğin 'Darülaceze' ; "Muhtaçlar ve düşkünlerevi" demektir... Osmanlının son dönemlerinde, 1892 yılında İstanbul-Okmeydanı'nda temelleri atılmış, şimdi bile güzel hizmetler veren bir devlet kuruluşudur!..

Osmanlının son dönemlerinde, özellikle İstanbul sokaklarında birden çoğalan çocuk dilenciler, köyden kaçıp gelenler, engelliler, yaşlılar, artık huzuru kaçırmaya başlamıştır... Bunların topluca bir yerde devlet tarafından bakılmaları fikrini Saray da kabul edince 'Darülaceze' kurulması kararı verildi... Çalışmaya güçleri yettiği halde, dilenciliği meslek edinmiş kişiler yakalanıp, geldikleri köylerine gönderilip, günlük kontrolleri sağlandı... Darülaceze'ye alınanlar arasında 'din-dil-mezhep farkı' hiç gözetilmeden, herkesin bakımı sağlanırdı... Buradan kaçıp da dilenmeye devam edenler ağır hapis cezalarına çarptırılıp, bunun da önüne geçildi...

Darülaceze'de ayrıca '0 - 7 yaş' arasında bir de 'Süt Emzirme Yeri' açıldı, çocukların sağlıklı yetişmeleri sağlandı... 7 yaşın üzerine gelenler de, yine aynı kurum içindeki kız ve erkek yurtlarına ayrılır; okumak isteyenler okula, okumak istemeyenler de Darülaceze'deki imalâthanelerde çalışarak, çeşitli meslek ve sanatları öğrenirler, hayata hazır bir birey olarak oradan ayrılırlardı... Günümüz 'Milenyum Yılı'nda bile, üniversite öğrencilerimizin hâlâ 'Yurt Sorunu' yaşadıklarını düşününce, o zamanlarda yapılan bu devlet hizmetlerinin yararı ve anlamı daha iyi anlaşılıyor değil mi?  

Tarihi arşivlerden öğrendiğimize göre; Padişah Fatih Sultan Mehmet döneminde ülkede hiç aç ve muhtaç insan kalmaması için büyük seferberlik yapılmış... Zaten hazinesi dolu olan Osmanlı, hayır ve yardım işlerine çok büyük kaynaklar ayırdığı için, dünyanın en eski mesleği olan 'Hırsızlık' mesleği de artık bitme noktasına gelmiş... Bütün esnaflar Cuma namazına giderken, dükkânlarının kapısını-penceresini bile kapatmadan namaz kılmaya gitmeye başlamışlar... Yeterince alışverişini yapan çoğu esnaf, yeni gelen müşterilerini içeri almayıp, hiç siftah yapmamış komşu esnaflarına gönderirlermiş... Şu gözü tokluğu görüyor musunuz!? Ya bugün, bunların hiçbirini esnaflarımızda görmemiz mümkün mü!? Bunu yapan olsa bile, en yakınları onları 'ENAYİ' diye suçlamazlar mı!? Ama bunlar gerçekten yaşanmış olaylar...

Neyse... Çok sık kullandığımız sözcüklerden 'Darülbedayi' demek; "Güzel Sanatlar Kuruluşu" demektir... 'Darüleytam' demek; "Sadece yetimlerin barındığı yer" demektir... 'Darülfünun' demek; "Üniversite" demektir... 'Darüşşifa' demek; "Sağlık Yurdu" demektir... 'Daüssıla' demek ise; "Yurt özlemi, yurt acısı" demektir...

Bugün de size kimin göklere çıkardığı, kiminin de yerden yere vurduğu bir şairimizden, 'Yahya Kemal Beyatlı' ile yaşanmış bir fıkrayla yazımızı bitirelim: Onun şiirlerini kimi sever, kimi hiç sevmezdi... Kaptan-ı Derya Barbaros hakkında yazdığı abartılı şu dörtlüğü; "Deniz ufkunda bu top sesleri nereden geliyor/ Barbaros belki donanmayla seferden geliyor/ Hür ufuklarda donanmış 200 pare gemi/ Yeni doğmuş Ay'ı gördükleri yerden geliyor!.." şiirine çok kızan Neyzen Tevfik, ona yanıt olarak şu dörtlüğü yazmıştı: "Edebi bilgini Hayrettin kaptan/ Beş asır önceden biliyor gibi/ Ikına sıkına yazdığın şiiri/ Barbaros kıçıyla siliyor gibi!.."

--Yahya Kemal çok iri yarı, cüsseli bir adamdı... Yaşlandıkça daha da boğazı açılır, çok kilo almaya başlar... Arkadaşlarının tavsiye ettiği ünlü bir diyet doktoruna gider, sıkıntılarını anlatır... Doktor bu koca cüsseye bakar; "Beyefendi çok aşırı kilo almışsınız, şu anda en az 65 kilo fazlalığınız var, bunu hemen vereceğim diyetle önlememiz lâzım " deyip, akşam yemeğini kesip, sadece bolca meyve yemesini, sabah kahvaltısında da sadece bir dilim ekmek, kibrit kutusu kadar peynir, 5 tane de zeytin yemesini tavsiye eder...

Buradan çıkışta hangi lokantaya gidip de ne kebabı yiyeceğini düşünmekte olan koca şair, doktora merakla sorar: "Sizin bu dediklerinizi ben yemeklerden önce mi, yoksa sonra mı yiyeceğim doktor bey?" demez mi?                  Sakin KOŞAR...

YAZARIN DİĞER YAZILARI