HALK KÜLTÜRÜNE DAİR


 

İnsanlığın en uzun sürede oluşturduğu veriler, kültürel değerlerdir. Bugün söylediğimiz atasözlerinin, anlattığımız kıssaların, dinlediğimiz türkülerin, masalların, tarihi gelişmişliklerin vb. hangisinin kısa bir dönemde oluşup zamanımıza geldiğini söyleyebiliriz? Bunlar, oluşumlarının üzerinden çok seneler geçtikten sonra, ancak kıvamını alır ve halkın kabul ettiği bir veri haline gelirler. Ülkemiz, halk kültürü, değerleri bakımından oldukça zengindir. Sözlü anlatımda oluşanların hepsinin derlendiği kanaatinde değilim. Halk kültürü içinde yaşanmış gerçek anlatılar olduğu gibi halkın hayal gücünden çıkmış önemli ürünler de mevcuttur. Unutmayalım ki, Nasrettin Hoca'ya mal edilmiş bütün fıkralar ona ait değil, bunların içinde halk tarafından yaratılıp, kabul görsün diye Hoca'ya mal edilmiş anlatımlar da mevcuttur. Halk kültürü, Osmanlı döneminde uzun yıllar üvey evlat muamelesi görmüş, değerlendirmeye alınmamıştır. Ancak Tanzimat'tan sonra halk kültürünün varlığını fark eden aydınlarımız çıkmıştır. Aydınların bu kültürü fark etmeleri önemlidir. Çünkü bu kültürün derlenmesi yanında, işlenip, modern eserlere dönüşmesi, mevcut aydınların sayesinde gerçekleşecektir. Kazım Karabekir Şark Vilayeti Kumandanı olarak Milli Eğitim Bakanlığına halk kitapları yazdırılması konusunda şöyle bir teklifte bulunmuştur.

"Anadolu'nun her köyünde, hatta kasabasında, bilhassa şark(doğu) mıntıkası dahilinde eskiden kalma üstün eserler Battal Gazi, Köroğlu, Aşık Garip kitapları okunmaktadır. Bunları kaldırmak mümkün değildir. Bu gibi kitapların yazıları arasında aynı vezin ile faydalı satırlar ilavesi pek yararlı olur Bunların vatan sevgisi, dini hassasiyeti, cengaverlik, binicilik, nişan, güreş gibi sair idman konusunda sağlık, iktisat gibi şeyleri kötü adetlerimizi gidermeye ait şeyler olmasına dikkat olunmalıdır. Bu tarzda ilavelerden sonra yayınlanmalarını arz ve teklif ederim."

                                          Kazım Karabekir- İstiklal Harbimiz- 1988 İstanbul

Bu teklifte görüyoruz ki Kazım Karabekir halk arasında okunan ve anlatılan halk kültürünün eserlerinden, Milli Eğitim Bakanlığı'nın yararlanmasını istemektedir.

         Aydınlarımız yüzyıllarca halka ilgisiz kaldıkları için, halk ürünlerine de kayıtsız kalmışlardır. Halkın ürettiği ekmeği, sütü, yoğurdu peyniri, eti yemiş, dokuduğu kilimi, halısını odasına sermiş, konaklarının yapımında, savaşlarda bu insanların kanından canından yararlanmış, ama onu beğenmemiş, kültürüne ilgi göstermemiştir. Peki, ülke aydınının kendi halkına karşı yabancılaşmasının sebebi nedir?  Tanzimat'tan sonraki aydınlarımız, bu yaklaşımı, Batılı okullarda okumaya veya Batılılar gibi yaşama anlayışına bağlarlar. Ben bu yaklaşımın etkisini olduğunu kabul etsem de tam benimsemem. Çünkü. Divan şairleri de Batılı eğitim aldıkları için mi halktan uzak bir anlayışla ürünler vermişlerdir? Bunun nedeni, Osmanlı Devletini yöneten sultanların izlediği politik çizgidir. Selçuklu Sultanları Farsça yazılmış eserlere, Osmanlı padişahları Arapça eserlere itibar edince, mevcut şairler de o yolu benimsemişlerdir. Bir divan şairi, divanına aldığı şiirleri, Türkçe yazsa itibar görebilir miydi? Şair bunu bildiği için şiirlerini Arapça, Farsça ağırlıklı bir dil olan Osmanlıca ile yazmak gereği duymuştur. Peki bu anlayış veya yaklaşım neyi getirdi? Halk içinde kalmış bir kültürün gelişmesini engelledi. Okumuş kesim içine halk ürünleri giremediği için önemli eserlerin oluşması mümkün olamadı.

         Cumhuriyet dönemi yazarları, Milli Edebiyatçılardan itibaren yoğunlaşan halka yönelişi değerlendirip, halk kültürüne yönelince, Anadolu'da gizli kalmış zengin, kültürel hazinenin varlığını keşfettiler. Bu hazinenin içinde, atasözleri, deyimler, gelenekler, görenekler, adetler, el işlemesi ve dokumalar, yemek kültürü, sünnet ve düğünler, maniler, ninniler, türküler, halk hikayeleri, seyirlik oyunlar, farklı anılar vb. Bir milletin kültürel alanına, nasıl olur da aydınları eğilmez asırlarca? Bu anlayış çok düşündürücü değil mi?

         Cumhuriyet aydınları yazar, çizerler, halk kültürüme yönelince, bir şeyi keşfettiler o da kültürün sadece bir sınıfın içinde kalmasının yararlı olmayacağını, bütün bir ulusa mal edilirse, anlam taşıyacağını fark ettiler. Vedat  "Nedim Tör 1939 yılında Ulus Gazetesi'nde" Köylü İçin Temsiller" başlıklı yazısında:

         " Millet Köroğlu'nu mu okumak istiyor? Bir Reşat Nuri, bir Aka Gündüz niçin bunları güzel bir üslupla, zihniyet bozukluklarını geçerek ve konunun içinde devrimlerin istediği propagandanın kokusunu vermez, tekrarlamazlar?. Bu efsanevi tipler yalnız Ayvaz ile birbirini sevmezlik etmezler. Niçin gerçek edipler yalnız güzide bir zümrenin değil, aynı zamanda halkın, köylünün muharriri(yazarı) olmazlar?"

derken, Osmanlı devrinde doğmuş, Cumhuriyet'le yeni gelişmelerin içinde bulunmuş aydınların, halk kültür verilerine ve halk kahramanlarına yakın olmaları, halk kültürünün geniş kitlelere mal olması için, onların yaşantılarını anlatmalarını istemiştir, yani halkın sevdiği kahramanların, roman, tiyatro ve modern öykülerde işlemelerini, bu edebi türlerde değerlendirilmesi, aynı zamanda bu tür çalışmaların, edebiyatımızın zenginleşmesine de katkı sağlayacağını  inanarak belirtmişlerdir. 

 

 

 

 

 

                                                              Edebiyatçı- Yazar: Ömer Kamil Yılmaz

                         HAYATIN ANLAMINA VARMAK

 

İnsan hayatı dalgalıdır. Zaman zaman farklı durumlar ve duygular yaşar, farklı hayaller kurar. Kişi bazı ortamlarda küçük dünyası içinde, büyük düşlerini gerçekleştirme kavgasını nasıl vereceğini araştırırken, hayatın kendisine sunduklarını yeterli bulmaz. Bazı kesim insanları ise modern yaşamdan usanıp, doğanın bağrında özgür yaşamayı tercih eder. Çinli bir şair bozkırda çadır kurup, yaşayan bir insanın hayatını dile getirirken:

         Yarışır beyler, şahlar saraylar kurmaya

         Değişmem gök çadırımla onu asla

         Yaşar onlar altın sarayda hatta

         Gıpta ederler lakin çadırdaki çırağa.

Lev Nikolaviç Gum İlyav- Ötüken Yay. Eski Türkler 1999 İstanbul

Bu dörtlükte görüyoruz ki, altın konaklarda yaşayanlar, çadırda yaşayanlara imrenir. Şayet bir kişi hayat karşısında yenilmişse, umutları darbe yemişse, o kişiyi en güzel yerde yaşatsan da mutlu olamaz. Hayat insana bazen olağanüstü yaşama imkanı verir, bazen zorlu yılları uzatarak yaşatır. Peki, hayat yaşandığı gibi midir, yoksa kişi istediği için mi böyle yaşamıştır hayatını? Renksiz, anlamsız değildir dünyada yaşamak. İnsan burukluklar, düş kırıklıkları, yaşasa da mutluluk arayışını bırakmaz. Hüzünle sevinci, öfkeyle korkuyu birlikte yaşayabilir. Kırılmış gururunu, aynı yöntemle tamir etmeye çalışırken, düşlerinin bazılarını gerçekleştirmesi, ona yeni umut kapılarını aralar.

         Hayata anlamlı bir gözle bakmak gerekir. Çünkü yaşamak zaten anlamlıdır. Kişinin doğup büyüdüğü topraklar, o yerin insanıyla olan ilişkileri, yaşamı biçimlendirirken, kişi hayatında değişimler yaşatır. Yaşantısı içine yeni değerler ekler. Bazı zaman kötü duygularını yıkayıp arındırır, bazı zaman düşlediği bazı hayallerine kavuşmanın artılarını değerlendirir. Sürdürdüğü hayat koşusu, belki günlerini eksiltir, ama yaşayacağı günlere anlamlı tecrübeler bırakır. Bu nedenle insan, hayata sadece günlerini tüketmek için gelmiş bir canlı değil, üreten ve değerler bırakan yönüyle de belirginleşen yanları olan bir varlıktır.

         Peki yaşamak sonunda yok olmak mıdır? Bir yerde beden olarak evet, ama insan yaşarken farklı duraklara uğrayıp, geçer. Yaşadığı günlere, geçmişin bıraktıklarını eklerken, kaygılarını, yalnızlık sancılarını, hayallerini o duraklarda bırakmaz, kendisiyle götürür onları. Bıraktığı eserleri, onu yaşatan değerleri olur. Kişi hayat yolculuğunda kendine, geçmişine de dönüş yapamaz, sadece onların bıraktıklarıyla yaşamasını sürdürür. Zaman zaman bazı anlarda, doğduğu evi, yaşadığı yeri, okul arkadaşlarını, çalıştığı kurumları ve iş arkadaşlarını hayal eder. Zamanın hafızasından silemediği, görüntülerin özlemle örülü yanlarını görür. Dost seslerini duyar, sevdaya kayan bakışlar, onda ilk haliyle oluşur, kişinin gözünün önünde hayal meyal hatırlatır kendini. Bunlar kişinin hayatının hikayelerinin bazı bölümleridir. Muhteşem bir hayatın hafızada kalmış izleri, görüntüleridir.

         Zaman ilerledikçe sorumluluklar artar, birçok şey anlam kazanır. Değersiz gördüğün nesnelerin bir değeri, bir yeri olduğunu keşfeder kişi. Gençlikte açan tomurcuklar, hüzünle dökülürken, hatıralarla buluşur kişi dünyasında. Vicdanını sızlatan bir olayı, kaybedişin verdiği acıyı, mutlu olduğu sabahların türküsünü yeniden dinler. Hatıraların, hatırlattığıyla geçmişini sık sık hafıza kapısını aralayarak onlarla birlikte olmak ister. Kendi geçmişinde, hayatında iz bırakmış olanlarla birlikte olurken, uzaklarda bıraktığı çocukluğunu, bir kır gezisinin dağlarını, babasının elinden tutup yürüdüğü yollarda yeniden olmayı arzu eder. Gelecek içinde geçmişle olarak, hayatının hafızasında bıraktıklarıyla anlamlı yürüyüşünü sürdürür, ama bu noktada bazı şeyleri de fark eder. O da: Geçip giden yılların, insanın ömründen,  geleceğini çaldığını anlar. Ömrün belirli bir noktasından sonra, ötesinin olamayacağını bu sayede bilir ve kavrar bununla zamana yenik düşeceğinin sırrına erip, sona erecek bir hayatın hüznünü yaşar.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI